5 Aralık 2010 Pazar

Facebook’taki Mahalle Baskısı

En yaygın sosyal paylaşım sitelerinden Facebook’ta hesabı bulunan ve aile üyelerinden en az biri “arkadaş” statüsünde ekli kişilerden biriyim ben de. Belki de birçoğunuz gibi... Bir buçuk sene kadar önce, tam da krizin Türkiye’yi teğet geçtiği zamanlarda, şirketten arkadaşlarla vedalaşırken duyduğum “Face’ten görüşürüz” yorumunun fazlalığı üzerine daha fazla direnememiş ve bir hesap sahibi olmuştum. Bir buçuk sene önce katıldığım bu sanal alemde sosyalleşen saadet zincirimdeki halka sayısı eklene eklene 248’e kadar ulaştı. Bunların içinde her kesimden ve her yaştan insan, daha doğrusu her “ben”den izler var. Dolayısıyla minikliğimden ilkokul yıllarıma, lise ve üniversiteden çeşitli işyerlerindeki halime dair merak ettiğiniz her türlü şeyi buradan takip edebilirsiniz. Neredeyse ben bile kendimi buradan takip ediyorum zaten. Başıma bir şey gelse ve ölüm bana uğramak istese, son anlarımda gözümün önünden geçmesini beklediğim film şeridi, çocukluğumdan beri çektirdiğim çoğu dijital fotoğraflarımın facebook hesabımdaki geçit töreni olur herhalde. Tabii hep güzel fotoğraflarımın olduğu bir film şeridi bu. Çünkü hemen herkesin adeta fotomodel olduğunu ispatlamak istediği bir platform gibi Facebook. Çirkin fotoğraflarımıza rastlanması biraz zor. Zira bu platformda olmamızın ve Facebook’un bu kadar popüler olmasının en önemli sebebi de zaten ne kadar “mutlu” olduğumuzu cümle aleme ispat etmek ve buna dair onay ya da yorum almak bence.

Magazin -yani televole-haberlerinin yerel bir uygulaması aslında bizim Facebook’taki halimiz. Yıllarca o şarkıcı senin bu türkücü benim ünlülerin nasıl gülüp eğlendiklerini, nerelerde Ramazan yemeği verip göbek attıklarını, ne güzel evleri olduğunu, hangi ortamlarda kimlerle elele yakalandıklarını gördükten, bir kesimin yaptıklarına, sahip olabildiklerine iç geçirip hayıflandıktan sonra yakınımızdakilerin neler yaptığını, nasıl yaptığını merak eder olduk. Herkes bir adım daha asosyalleşirken, aynı zamanda bir adım daha meraklı oldu. Ve biz de elimize geçen bu, “bizi tanıyan herkese ne kadar mutlu olduğumuzu gösterme, düşman çatlatma” fırsatını tepemezdik; tepmedik de. Ne de olsa tanıdığımız herkes bizi takipteydi; biz de onları.

Facebook, ilk hesap açtığımız zamanlarda, henüz işler dallanıp budaklanmamışken daha eğlenceliydi bence. Her nasıl olduysa Facebook amacından saptı ve ilişkimizi bir şekilde koparttığımız, izini istemeden kaybettiğimiz arkadaşlarımızı bulmaktan çok, zaten etrafımızda olanlarla daha da içiçe olmamıza yol açtı. Artık yöneticilerimiz, patronlarımız, iş arkadaşlarımız kadar anne ve babalarımız, hatta teknolojiyle arası iyi olan dede ve babaannelerimiz de “arkadaşımız”dı ve bir yerden sonra hareket alanımız daraldı. Duvar yazısı olarak seçtiğimiz cümleleri, paylaştığımız fotoğrafları çeşitli süzgeçlerden geçirmeye başladık, buna zorunlu kaldık. Öyle ya, sarhoş fotoğraflarımızın hem ailemiz hem de iş arkadaşlarımız tarafından görülmesi hoş olmayacağı gibi, kiminle nerede olduğumuzu yazdığımızda aile polisinin nefesini ensemizde hissetmemiz an meselesiydi artık.

Sonuçta olan oldu ve arkadaşlar arkadaşları, fotoğraflar fotoğrafları kovaladı. Herkesin hayatı ortaya saçıldı. Gizli diye bir şey yoktu artık. Ve insanların özelinin kalmaması, herkesin her şeyi internette paylaşması, belirli bir kesim üzerinde bir nevi baskı kurmaya başladı. Zira her çevreden insanı arkadaşı olarak profilinde barındıran kimselerden bazıları ailelerinden ya da belki yakın akrabalarından, hatta iş arkadaşlarından gelecek tepkileri öngörmeye çalışarak fikir paylaşır oldular. Nabza göre şerbet vermek gerekiyordu artık. Hava atmak için dünya üzerinde tüm tanıdıklarını arkadaşları arasına “eklemek” artık eskisi kadar iyi bir tercih olarak gözükmüyordu.

İşte tam da bu sırada yepyeni ve farklı bir sosyal paylaşım sitesi olan Twitter, Facebook’un mahalle baskısından bunalan kesiminin imdadına koştu. Uydurma ya da takma bir isimle hesap açmak, istediğin konu hakkında istediğin yorumu yapabilmek, ağız dolusu küfretmek serbestti bu platformda. Hatta küfür etmek Facebook’un aksine, oldukça artı bir puan bile sayılabilirdi.

Twitter denilen sosyal paylaşım sitesinde yapmanız gereken tek şey aklınızdan geçenleri 140 karaktere sığdırmak ve paylaşmak o kadar. Hem de oradaki izleme sistemi sayesinde sevdiğiniz ünlüleri -dünya çapındakiler dahil- takip edebilmeniz ve ne zaman nerede olduklarını, hangi konu hakkında ne düşündüklerini öğrenebilmeniz mümkün. İsterseniz onlara mesaj yazıp düşüncelerinizi paylaşmak da cabası. Ama burada da bir başarı kriteri var; o da kaç takipçinizin olduğu. Yani Facebook’daki beğenilme, yorum alma sayınızın çokluğu şeklinde beliren kriterlerden bu platformda bir adet var ve o da insanların sizi izlemesini sağlamak. Hem bunu yaparken kimliğinizi gizleyebilir, iş arkadaşlarınız ve akrabalarınızdan, anne babanızdan herhangi bir tenkit alma, onlara rezil olma korkunuz olmadan dilediğiniz gibi, özgürce hareket edebilirsiniz. Yani başka bir deyişle Twitter’da sıfır mahalle baskısı var.

Yalnız bu ortamda da gördüğü ilgiyi fazlaca abartıp takipçi sayısının çok olmasını düpedüz başarı kabul eden insanlar türemiş durumda. Ve onların en büyük sorunu da, gönderdikleri güzelim tivitlerin başkaları tarafından çalınması. Zira bu platformda döktürdükleri inciler yüzünden yepyeni bir kavram yaratıldı “dizüstü edebiyatı” diye. Ve bu tivit filozofu arkadaşlarımızın kitapları basılmaya başlandı. Twitter incilerinin kavga konusu olmasına da belki bu yüzden şaşırmamak lazım.

Yakında 140 karakterle yapılan anlatımların gerçek sahibinin kim olduğunu tesbit etmek için davalar açılmaya, yasal hak talep edilmeye başlanırsa hiç şaşırmam. Ne de olsa mahalle baskısından kaçarken ünlü olanlar var artık.

Sindirella, Uyuyan Güzelle büyütülen hatunun öptüğü kurbağaları potansiyel prens, etrafındaki kadınları potansiyel cadı sanması normal değil mi?

Erkek gizli yazışmalarını silince ortadan kaldırdığına inanacak kadar saf, kadın onu çöp kutusunda bile arayıp bulacak kadar zekidir.

3 Aralık 2010 Cuma

Muhteşem Film Av Mevsimi, Herkes Bunu Seyretmeli !

Canlar merhaba,

Sözkonusu filmde oyuncular Cem Yılmaz, Şener Şen, Çetin Tekindor, Melisa Sözen ve yönetmen de Yavuz Turgul olunca koşa koşa gittim bugün Av Mevsimi'ne; çok da iyi ettim !


Cem Yılmaz döktürmüş demek haddini aşmaz, az bile gelebilir. Bir karakter oyuncusu olarak da ne kadar başarılı olduğunu ispatlamış, harika iş çıkarmış. Sesinin güzelliği de cabası !

Şener Şen, Çetin Tekindor her zamanki gibi; enfes ! Melisa Sözen gerçek bir deli kız ;o)
Senaryo güzel, çekimler güzel...

Fazla söze gerek yok. Yerli malı Av Mevsimi; herkes bunu seyretmeli !
Keyifli seyirler!

Makyajsız Demet Akalın’dan korkmam başarımı kıskanıp arkamdan kuyumu kazan iş arkadaşımdan korktuğum kadar

3 Aralık Dünya Engelliler Günü. Unutmayın, bir gün hepimiz engelli olabiliriz. Engellilere daha çok imkan sağlandığı bir Türkiye'ye ulaşmak 21.yyda çok mu zor?