2 Mayıs 2011 Pazartesi

TAŞINDIK !



Yeni web adresim http://umutsuziskadini.com/
Bundan böyle blogspot'a herhangi bir yazı eklemeyi düşünmüyorum. Tekrar blogumun kapatılmasıyla, "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir" uyarısıyla karşılaşmak istemiyorum.

Diğer siteye beklerim :o)

Okuduğunuz ve takip ettiğiniz için sonsuz teşekkürler!

Umutsuz İş Kadını

31 Ocak 2011 Pazartesi

"Bana dokunmayan bin yıl yaşasın"cı, balık hafızalı bir milletiz biz...

Hayat zor mu gerçekten yoksa biz mi zorlaştırıyoruz? Adil olmadığı kesin. Ama bazen kimimize rahat batıyor sanki; size de öyle gelmiyor mu?

Bazı insanlar, diğerleriyle karşılaştırıldıklarında terazinin ağır basan kefesinde dünyaya geliyor. Diğer kefedekiler çok daha fazla problemle başa çıkmak zorunda kalabiliyor. Kimisi çok fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor, kimisi çok zengin. Kimi dünya güzeli olarak doğarken bir diğeri çirkin ya da ne bileyim engelli olarak doğabiliyor. Kimisi tacizci bir babanın, kimisi de kızını satan bir annenin çocuğu olabiliyor şans bu ya.

Peki ne yapmak lâzım? Özellikle terazinin ağır basan kefesinde doğmuş olmanın bize verdiği artılardan mümkün olduğu kadar yararlanmak var tabii. O tamam. Ama kendimizi diğer kefedekilerin yerine koyup “Ya onların başına gelenler benim başıma gelseydi?” diye düşünmek gerekmez mi? Onlara yardım etmek, yanlarında olduğumuzu hatırlatmak, destek olmak, empati kurmak...? Bu ülkede en büyük eksiğin empati olduğunun farkında değil miyiz hâlâ?

Memleketimde her şey o kadar çabuk unutuluyor ki; hızına yetişmek mümkün değil hiçbir şeyin. Daha geçen güne kadar Hrant Dink’i, Uğur Mumcu’yu konuşuyorduk. Hepimiz facebook’da, twitter’da fotoğraflarımızı değiştirdik en fazla. Kendimizce, oturduğumuz yerden tepkimizi verdik. Hepimiz bir nevî internet aktivisti değil miyiz ne de olsa? Aranan kan mesajlarında yaptığımız gibi ya twitter’da retweet ettik mesajları ya da facebook’da duvarımızda paylaştık. Akşam da mışıl mışıl uyuduk üzerimize düşeni yapmış olmanın verdiği büyük gururla. Peki acaba kanı uyanlardan kaçımız, içimizden kaç kişi gerçekten kan vermek için okuduğu mesajdaki cep telefonunu arayıp hastaneye kan vermeye gitti? Ya da geçen günlerde, eski eşi tarafından öldürülen Ayşe Paşalı’yı ne çabuk unuttuk? Eşine karşı koruma isteği boşanmalarının aile birliklerini sona erdirmesi kabul edilerek kendisine koruma verilmesi isteği reddedilen Ayşe Paçalı’yı... Ya da yanlış/kötü işleyen trafik ışıklarından dolayı tramvayın altında kalan çocukları? O kadar çok konu var ki Muhteşem Yüzyıl’dan, tıksırmaktan, 24+’dan ya da ucubelerden daha fazla konuşulması gereken... O kadar çok ki buraya sığmaz...

Eminim hepimiz bugün de mışıl mışıl yatıp uyuyacağız.

İzninizle yatmadan önce sormak istiyorum o zaman: Hepimiz Hrant mıyız gerçekten; yoksa her şey sadece o gün için miydi? Balık hafızalı bir millet olarak daha ne kadar devam edecek bu “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”cılığımız? Ya o yılan bir gün size de dokunursa...?

Huzurlu uykular...

29 Ocak 2011 Cumartesi

Her kadın ayrı bir dünyadır. Yaşayıp görmek gerekir.

Hatun dediğin...

İlginçtir gerçekten. Bir günü bir gününe uymaz. Bir konuyu sonuna kadar savunabilir; inanıyorsa eğer. Ama değişime de inanır. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğuna... Savunduklarının arkasındadır sonuna kadar. Oysa kimi zaman, gerçekten dinlediğinde “ötekiler”i, “ötekileştirdikleri”ni, inanırsa onlara, yeni bir fikri benimsemekten korkmaz, çekinmez. Açık görüşlüdür. Herkesi dinleyip anlamaya çalışır. Bu yüzdendir en olmayacak yerlerde en kolay muhabbetlere girebilmesi; bankamatik kuyruğunda, markette kasa sırasında başka bir kadınla anında samimi olabilmesi.


İçtendir. Abartı olsa da yapmacıklık yoktur hareketlerinde. Duygularına yenik düştüğü görülmüştür kimi zaman. Serserilere bayılır, onlara aşık olur. Onlar için ağlarken omuzlarına baş koydukları yakın erkek arkadaşlarının kendisini sevdiğini anlamaz. Kondurmaz. Çalışkandır. Gözünü bir yere dikti mi önünde engel tanımaz. Dosttur. Ağzı sıkıdır. Kendinizi en kötü hissettiğiniz zamanlarda yanınızdadır.

Kabiliyetlidir. Dakikada yüzlerce kelime söyleyebildiği, onlarca sms atabildiği görülmüştür. Aynı anda birden fazla işi yapabilir. Kavgacıdır. Hır çıkarmaktan korkmaz. Harbidir. Dobradır. Sevgisi çok yücedir, nefreti derin. “En”ler onun içindir; bilir. Kendi ayakları üstündedir. Kendi arkasını kendi kollar. Yeri geldiğinde erkek gibidir. Arkadaştır, eştir, annedir... Türlü rolleri vardır. Hepsini iyi yapmak için didinir. Kadının da erkeğin yanında yer alması gerektiğini bilir. Bunun neden tartışıldığını bile anlamaz. Doğurgandır. Dünyanın en büyük mucizesi onun içinde büyür.

Her kadın ayrı bir dünyadır. Yaşayıp görmek gerekir.

27 Ocak 2011 Perşembe

Ülkemde ölmek kolay...



Ne de olsa eğlenmeye gittiğiniz bir düğünde kaza kurşununun size isabet etmesi, bir müteahhidi zengin etmek için sürekli yenilenen, hiçbir zaman ilk seferinde düzgün yapılamayan dünyanın en kötü asfaltlarından birinde, en olmayacak virajlarda arabanızla trafik kazası geçirmeniz, “hatun kısmısı”ndan daha iyi araba kullandığını isbat ettiğinde “daha bir erkek” olduğunu ispat etmiş olacağını zanneden slalomcu bir şoför tarafından trafikte sıkıştırılarak öteki dünyaya göç etmeniz, farklı görüşte olduğunuz sinirli bir genç tarafından ruhsatlı silahıyla vurulmanız, “faili meçhul bir cinayet”e kurban gitmeniz, salıverilen Hizbullahçılardan biri tarafından sadece gözünüzün üzerinde  kaşınız olması sebebiyle domuz bağıyla öldürülüvermeniz, işlemediğiniz bir suçun üzerinize atılması sonucu yıllarca hapislerde çürüyerek öbür dünyaya göç etmeniz, seçim zamanı tapusunu aldığınız dere yatağındaki evinizde sele kapılıp ölmeniz, sabah sağ salim evden çıkıp yine tek parça olarak eve dönmenizden daha büyük bir olasılık gibi ülkemde...

19 Ocak 2011 Çarşamba

Adaletin kestiği parmak acımıyor, adeta kanıyor ülkemde...

Bugün Hrant Dink’in ölüm yıldönümü... Nice benzer ölüm yıldönümleri gibi. Ama nedense hep birer yıl arayla daha bir hatırlar oluyoruz olayları, kazaları, ölümleri... Çok çabuk değişiyor memleketimin gündemi. Çabuk unutan bir milletiz biz ne yazık ki.

Her şeyi unutuyoruz. Şimdiye kadar neler neler unutulmadı ki? Neler neler görmezden gelinmedi ki memleketimde? Bazen, burada yaşamanın bile çok büyük bir şans eseri olduğunu düşünüyorum. Ölmek daha kolay gibi çünkü ne yazık ki ülkemde. İnsana verilen değer sıfır. Haberlerde bakıyorum, oğlunu şehit vermiş kör bir dede. Göz ameliyatı olamıyor, çünkü devletin ona bağladığı 300 küsur liralık maaşla bu mümkün değil. Ona oniki yaşındaki torunu bakıyor. RTE’nin başka ülkelerde parası olmadığına, GS stadı için kopardığı yaygaraya dair söylediği “1 Allah’ın kuruşu” yeni döviz cinsimizi kullanarak yapılabilecek bir sürü espri geliyor aklıma... Hatta bunlardan birini de yazıyorum twitter’a; büyük bir hevesle. “1 Allah kuruşu / TL paritesi kaçtan kapattı bugün; bilen var mı?” diye... Sonra bakıyorum ki ortalık bu espriden geçilmiyormuş meğer! Ben de zannediyorum ki harika bir espri buldum! Utana sıkıla, sanki milletin tweet’ini çalmış gibi siliyorum. Sonra aklıma geliyor, insanların en güzel yaptığı şeyin oturduğu yerden bu konulara dair sadece espriler üretmek olduğunu... Eylemsel anlamda hiçbir şey yapmayan bir millet olduğumuzu... Daha da üzülüyorum...

Bu memleket kanun çıkarmada çok başarısız, artık bu kabul edilmeli. Adalete acilen reformlar getirilmeli. Bugün gazetede okuduğum gibi, yüzkırk kez değiştirilen kanunlar yapılmamalı artık. Domuz bağıyla adam öldürdükleri kesin olan katilleri salıveren, sonra haklarında tekrar tutuklama kararı çıkarıp salıverdiklerinin peşinden koşup yakalamaya çalışan bir milletin evladı olmak istemiyorum ben. Sırf başbakan stadda yuhalandı diye, o stada giriş yapan binlerce kişiden “yuhalayanları” tesbit etmek için video kayıtlarını oturup tek tek inceleyecek bir işgücü var mı bu milletin?

Bundan da önemlisi... Susurluk’u unutmuş bir milletiz biz... Doğuda şimdiye kadar binlerce şehit vermiş, trafikte her gün şehit vermeye devam eden bir millet. Her yeni kaza ile sürücülerin dikkatsizliğinden dem vuran, geçitlerin, kavşakların, asfaltın, trafik ışıklarının yanlışlarını, biri ölene kadar görmezden gelen bir milletiz...

“Beni öldürecekler,” diye haykıran gazetecilerimizi ya da eski kocasının kendisini rahatsız ettiğini, eskiden de dövdüğünü söyleyip koruma isteyen, şikayetçi olan bir kadını kocasına karşı koruyamayan bir milletiz biz. Göz göre göre ölüme terk eden bir millet... Cumartesi annelerimiz var bizim... Hâlâ çocuğunun cesedini bulamamış insanlar.... Onyıllardır adalet isteyen, ülkemizde adalet olduğu umuduyla hâlâ o adaleti arayan insanlarımız var görmemeyi, duymamayı yeğlediğimiz.

Tam onüç aydır sahibi olduğum tek bir kiralık yerim için adalet arıyorum bu memleketin adliye koridorlarında... Daha da çok uzun süre o koridorlarda zaman kesireceğim belli. Bugün aklıma geldi birden tüm bu “Hrant” tartışmalarının arasında. Ben sadece maddi bir adalet arıyorum ve bu adalete ulaşamayabilirim de. Peki ya güzel Türkçem’e katiller tarafından kazandırılmış “Faili meçhul cinayet”lere ne demeli? Allah korusun, Uğur Mumcu’nun, Abdi İpekçi’nin kızı olsam neler hissederdim diye düşündüm.İçim öyle bir cızladı ki; babasını zaten kaybetmiş biri olarak... Bunu tarif etmek mümkün değil. Yakalanamayan, yakalandığında da salıverilen katiller...

Adaletin kestiği parmak acımıyor, adeta kanıyor ülkemde...

16 Ocak 2011 Pazar

Herkes Her Şeyi Biliyor !

Nasıl oluyor da herkes her şeyin en iyisini bilebiliyor? Herkes dediğim dedik. Herkes haklı. Herkes doğruları yapıyor. Herkes yetenekli. Herkes harika araba kullanıyor.

Herkesin her şeyi bildiği "Muhteşem Yüzyıl"da yaşıyoruz adeta!

Son sözü söylemek önemli. Çoğu kez zaman kaybına dönüşen, hiçbir sonuç alınamayan toplantılarda kimse kimsenin dediklerini dinlemiyor bile. Televizyon programlarındaki sonuçsuz tartışma programları gibi...

Herkesin her konuda fikri var ve bu fikirler sağlam temellere dayanmasa bile, körü körüne de olsa kimse savunmaktan çekinmiyor. En doğru şeyin bağlı olduğumuz fikre sıkı sıkıya sarılmak, onu hiç değiştirmemek olduğu sanılıyor. Oysa insan değişiyor...

Kör Ölür Badem Gözlü Olur...

Aynı meslekten insanlar birbirlerinin çıkarttığı işlerden hoşlanmıyor nedense. İlk kez gittiğiniz kuaförün saç kesiminizi beğendiği görülmüş şey değildir mesela. Mutlaka bir kusur bulurlar kendilerinden önceki kuaförün yaptığına. Hiçbir reklâm yazarı başka bir reklâm yazarının yazdıklarını beğenmez. Hiçbir şarkıcı bir diğer şarkıcıyı dinlemez, daha doğrusu dinlemediğini söyleyip yorum yapmaktan kurtulur. Hiçbir yazardan beğendiği yazarlar arasında popüler başka bir yazar saymasını bekleyemezsiniz. Ya da beğendikleri kişiler özenle hakkın rahmetine kavuşmuş kişiler arasından seçilir polemikleri önlemek için. Zaten ölü sevici bir millet değil miyiz? Millet olarak herkes, ölü olunca daha bir kıymetli olmuyor mu gözümüzde? Ardından methiyeler yazmaya bayılanların sayısında bir artış olmuyor mu başlarına kötü bir şey geldiğinde? Hayattayken haklarında fikir sahibi olmadığımız insanlar ölünce, onları ne kadar takdir ettiğimize dair biz de iki kelam ediverelim sırasında buluyoruz kendimizi. Çok sevdiğimiz, beğendiğimiz biri olduğu yalanına kendimizi bile kandırıveriyoruz hemen. Kişiyi google’layıveriyoruz. Hakkında iki satır bir şeyler okuduk diye kendimizi alim sayıyoruz. Hatta hayattayken twitter'da takipçisi olmadığımız kişileri, ölünce "takip etmeye" başlıyoruz!!
Kör ölünce badem gözlü oluyor bizde.

Ölüseviciyiz biz...

11 Ocak 2011 Salı

Lafla Yürüyen "Eşitlik" Gemisi...

İnsanlar nasıl doğuştan elde ettikleri şeylerle gurur duyuyor, bunlarla övünüyor... Doğrusu anlayamıyor, anlamlandıramıyorum. Mesela güzelliğiyle, doğuştan zengin bir aileye sahip olmasıyla, bayrağıyla, ülkesiyle... Nasıl oluyor da doğuştan kendisine bir şans eseri olarak verilmiş özelliklerle böbürlenip, kendisiyle aynı şartlarda doğmamış kişileri daha alt sınıfta insanlarmış gibi görme hakkını kendilerinde buluyorlar, akıl sır erdiremiyorum. Nasıl akıllarına gelmiyor: “Ya ben Yunanistan’da doğsaydım?” “Ya fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelseydim?” “Ya doğuştan gözlerim kör olsaydı ya da yüzümde kocaman bir çıbanla doğsaydım?” demek... Kim karar vermiş dünya üstünde rengi beyaz olanların daha üstün ırk olduğuna da, bu dar görüşlü insanlar bir saniyeliğine ya kendi derilerinin rengi siyah olarak dünyaya gelselerdi ne yaparlardı diye düşünemiyorlar...?? Nasıl? Nasıl? Düşünüyorum, düşünüyorum, işin içinden çıkamıyorum.

En önemlisi, dünya üzerindeki iki cinsten biri, nasıl oluyor da diğerine üstün oluyor? Bu şekilde davranmayı kendine hak görüyor? Kadınlara seçim hakkı verilmesi olayı nedir? Bunu güzel bir olay olarak algılamak yerine nasıl oluyor da akıllara gelmiyor kadınların zaten en baştan erkekler gibi oy kullanma hakkı olmalıydı demek... Bu bir lütuf değil ki demek... Kadınlara şiddet uygulamak nedir...? Aile içi şiddete, cinsel istismara, tecavüze daha ne kadar gözlerimizi kapatacağız? Kimse yapılanlara dur demeyecek mi? Kadının kocası tarafından ölesiye dövülmesi nasıl aile içi anlaşmazlık olarak nitelendirilebilir ve YÜCE ADALETİMİZin bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktur? Daha geçen güne kadar hayat kadınlarına tecavüz etmenin hafifletici sebepleri olduğunu tartışan bir milletiz biz. Kız çocuklarımıza öyle “güzel” öğretmişiz ki ikinci derece insan olmayı, hâlâ erkekleri kendinden üstün gören, yediği dayağı hak ettiğini düşünen, tecavüz edilince kendini suçlu bulan yaratıklara dönüşmüş kadınlarımız adeta. Bu nedenle belki de, metrobüse kocasıyla birlikte binen bir köylü kadın, kendine yer verildiğinde oraya oturmayıp kocasını oturtunca, gördüğümüze şaşırmamak gerek.


Bu yazıyı yazmamın bir nedeni var aslında. Bugün Radikal’da okuduğum bir haber. 22 yaşındaki tıp öğrencisi Çağla’nın, aşkına karşılık vermediği Hüseyin isimli bir aklıbozuk tarafından, 47 yerinden bıçaklanarak öldürülmesiyle ilgili... Katil, bununla yetinmeyip Çağla’nın yanında bulunan kız arkadaşını da yaralamış cinayete engel olmaya çalıştığı için. Ama gencecik Çağla ölürken, yakalanan katile, ülkemin yüce adaleti tarafından verilen ömür boyu hapis cezası “geleceği üzerinde olası etkileri” ve sabıkasızlığından dolayı bozularak, 25 yıla indirilmiş. Yaraladığı kızla ilgili verilen ceza da kızın, “basit müdahaleyle tedavi olabilecek şekilde yaralandığı yorumuyla” öldürme teşebbüsünden, yaralamaya çevrilmiş. Burada adaletin hangi adaletsizliğini savunayım bilemiyorum. Katilin geleceği üzerinde olası etkilerini düşünen yüce yargıçlarımız, nasıl oluyor da, yaşama hakkı elinden alınan, artık bir geleceği bile olmayan Çağla’nın öldürülmesine dair bu şekilde bir hafifletici sebep bulabiliyorlar? Basit müdahaleyle tedavi olabilecek yara ne demektir Allahaşkınıza? Böyle bir “yorum hakkı” nasıl kullanabilir adaletin sözcüsü yargıçlarımız... İlla öldürülmesi mi gerek bu cinayeti engellemeye çalışan insanın? Hoş, öldürülenlerin ailelerinin bile huzur bulamadığı kararlar alınan bir ülkede, “basit bir yaralama”yı burada tartışmak bile mânâsız olsa gerek.

21. yüzyılda bile hâlâ iş görüşmelerinde kaç yaşında olduğu, evli olup olmadığı, evliyse çocuk doğurmayı düşünüp düşünmediğini sormayı kendine hak gören şirketlerle iş görüşmesi yapan, güzelliklerine, özgeçmişlerine koydukları fotoğraflarına göre iş görüşmelerine çağrılan ikinci sınıf kadın vatandaşların yaşadığı bir ülkeyiz ne de olsa... Bize ne yapılsa mübâhtır, değil mi? ... !

9 Ocak 2011 Pazar

Huzurlu Pazarlar...

İnsanın yetişmesi gereken bir ünvanı olması ne kötü...



Hayattan beklentiler hep bir sonraki adımın başarılmasındaki anlık sevinçlerin elde edilmesine endeksli gibi davranıyoruz nedense. Oysa sabun köpüğü gibi sevinçlerimiz. Nasıl hiçbir acı ilk andaki kadar üzmüyorsa, sevinçlerimiz de zaman için de azalıp unutuluyor. Yerlerini yenilerine bırakıyor daha önce çok mutlu olmamızı sağlayan hedefler. Önce üniversiteye girmeyi hedefliyoruz, sonra okulu bitirip iş hayatına atılmayı... Araba almayı, ev almayı... Evlenmeyi... Daha büyük bir ev almayı... Çocuğu iyi bir okula vermeyi... Çocuğun okuldan mezun olmasını, evlenmesini, onun çocukları olmasını...

İşyerindeki hedefler de aynısının laciverti gibi. Önce işe girmeyi hedefliyoruz. Sonra işyerinde yükselmeyi. Önce bir şef olmak önemliyken, sonrasında gözümüzü müdürlüğe dikiyoruz. Aldığımız maaş birse iki olsun, şirket arabamız üçüncü kalite bir markaysa zamanla ikinci kalite olsun istiyoruz. İsteklerin sonu gelmek, bizse doymak bilmiyoruz.

Küçük balıkçı kasabasından işini büyütüp milyonlarca dolara sahip olduktan sonra bile en mutlu anları küçük kasabasında kendi halinde balık tutmak olan bir adamın kısırdöngüsü bizimkisi. Maddi değerlerin hiçbiri, huzur olmadan bir anlam ifade etmiyor. Oysa tek başına huzur her şeye bedel...

Yeni Başlangıçlara...

Bazılarının iş hayatını “uzun süredir devam eden mutsuz evlilik”lere benzetiyorum.

Hani kadın da adam da birbirlerine olan heyecanlarını uzun süre önce yitirmiştir. Ama uzun zamandır birlikte olmanın verdiği alışkanlık ve gerek edindikleri çevre, gerekse sosyal statüleri gereği sadece “devam ederler” ya başladıkları evliliğe. İşte aynen öyle... Evlilikleri örnek gösterilen, nasıl bu kadar uyumlu olabildikleri, bunca zamandır birlikte olmayı başardıkları kendilerine sorulduğunda “karşılıklı sevgi ve saygı” diye cevaplayan insanların sürdürdükleri tekdüze evliliklerden birindeki ana karakterlerden biri gibidir bazı insanlar işyerinde de. Günlerin günleri birbirinin aynı şekilde kovaladığı... Tekrarladığı... Bir türlü çekip gidemeyen kadın... Bir türlü çekip gidemeyen erkek... Evlilik...

Akılda hep bir “yeniden başlasam hayata” düşüncesiyle asla yeniden hiçbir şeye başlayamadan, yeni bir adım atmak için kendinde cesaret ve daha da kötüsü güç bulamayan...

6 Ocak 2011 Perşembe

Var mı Sihirli Değneği Olan?

Her günkü rutinim:

Kalkıyorum, işe gidiyorum, işten dönüyorum, yatıyorum.

Kalkıyorum, işe gidiyorum, işten dönüyorum, yatıyorum.

Kalkıyorum, işe gidiyorum, işten dönüyorum, yatıyorum.

Her gün birbirini kovalıyor... Kendimi daha iyi koşullarda, daha büyük bir eve atabilmek için verdiğim bunca uğraş, aslında bir-iki metrekarelik masamın etrafında, başkalarıyla dipdibe çalıştığım sıkış tepiş bir ofiste geçip gidiyor. Bilmiyorum bu kadar acımasız olmak gerekir mi ama, ömür çürütüyorum gibi geliyor bazen. Kendime ayırabilecek zamanım olmadan bir koşturmacanın içinde yıllar birbiri ardına geçip gidiyor. Daha dün gibi 2000 yılında kaç yaşında olacağımı hesapladığım günler. Oysa bakıyorum, 2011’e gelmişiz bile. Ne çabuk! Daha dün yeni yılı kutluyorduk, ben bu satırları yazarken kutladığımız yılın altı gününü bitrmişiz bile.

Bir çare bulmalı bu koşturmacaya ama nasıl? Sihirli değneği olanınız var mı?

5 Ocak 2011 Çarşamba

Light Fırın Erkeği

İşyerinde de çeşit çeşit insan var. Bir grup, insiyatif kullanmak ne demek bilmeyenler... Bir konuda karar vermeleri gerektiği zaman bir üst makamdan onay almadan, üstünün dediğini harfiyen yapmadan kılını kıpırdatamayan, adım atamayan insanlar. Tek başlarına hareket edemedikleri gibi size de adım attırmayan, bilmem ne fırkasının bilmem kaçıncı bendine göre davranmaktan öte gidemeyen insanlar. İşte onlar yüzünden de eşek yüküyle “paper work” doluyor ortalık. İşyerinde bu şekilde davranan insanlar, büyük ihtimalle özel hayatlarında da hımbılın önde gidenidir, Çocuklar Duymasın tabiriyle light fırın erkeği olmaktan öteye gidemiyorlardır, değil mi? Ya da... Belki bunun tam tersi bir kişilikleri vardır özel hayatlarında; kim bilir? İşyerinde sürekli “peki efendim,” “aman efendim,” “tabii efendim,” demekten bıktıklarından, özelde kök söktürüyorlardır. Hiç belli olmaz. Eğer öyleyse, onların evde kök söktürdüklerine burdan seslenmek istiyorum:


İntikamınız işyerinde ziyadesiyle alınıyor! İçiniz rahat olsun!

4 Ocak 2011 Salı

Tesadüfi Karşılaşmalar...


Hani bazı insanlar var ya, uzun zamandır görüşmediğiniz... Bir gün bir şekilde yolda karşınıza çıkan... Sizi gördüğüne çok sevinen (miş gibi yapan) mutlaka görüşmeniz gerektiğini söyleyip telefonunuzu alan... Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir görüşme için ayaküstü size sözler veren, programlar vadeden. Görüşmeyeli neler yaptığınızı, hayatınızı çok merak ediyormuş gibi ardı ardına, cevaplarını merak bile etmedikleri soruları soran... Yapmacıklığı paçalarından akıtan...


Ben o insanlarla sokakta, tesadüfen bile olsa karşılaşmak istemiyorum...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Hoşgeldin 2011 !


Yılın ilk çalışma günü...

Geçen yılın çalışma günlerinden hiç farklı değildi.

Her yeni yıl dilediklerimizin aynılarını diledik yine. Yepyeni başlangıç, nasıl başlarsak öyle devam eder diye girdik bu yıla da. Kırmızı donlar giyip eğlenerek... Saat bir yılı daha geride bıraktığımızı değil, yepyeni bir yılı karşıladığımızı hatırlatıyordu dünyanın her yerinde. Bir son değil bir başlangıçtı saatin 00:00 olduğu an. Herkes çok mutluydu; kahkahalar içinde girildi yeni yıla.

Bakalım bu yıl neler getirecek; neler götürecek...

Umarım getirdikleri götürdüklerinden fazla olur. Karşılamak için attığımız kahkahalara değer.

Hoşgeldin 2011 !