28 Ekim 2010 Perşembe

Cool (Havalı) Olmanın Bilmemkaç Yolu !! (II. Bölüm – Dünden Devam)

*Aşk Hayatınız gizemli olsun: Gerçek cool, hayatında biri var mı asla çaktırmaz, çok şey görmüş geçirmiş havasındadır. Gönül meselelerini günlük muhabete sokmaz...

Valla benim aşk hayatım düpedüz ortada; kimse yok ki! Neyin, kimin gizemini yapıcam? Olmayan sevgilinin varlığını ortalara serpiştirivermek o kadar kolay bir şey mi? Gerçi eskiden (uzuuuuun yıllar önce) kendi kendime çiçek göndermişliğim falan vardır 14 Şubatlar’da... Hani arkadaşların gözünde sürekli “hiç çiçek almayan, kimsenin beğenmediği ezik tip” olmaktan arada bir de olsa sıyrılabilmek amacıyla. Ama onlar yıllar öncesinde kaldı; bıraktım o işleri!

*Öpüşmeyin : Tokalaşmak nasıl ciddi ve mesafeliyse, öpüşmek de tersine fazla samimi...


Cool insana uymaz... Valla biz Türküz! Her gördüğümüz ahbaba sarılır öper, bunu yapmazsak kendimizi selam vermişten saymayız. Bir yanımız eksik kalır. Kuş gribi çıktığı zamanlarda bile uzak durmamışım kimseden, ölmek pahasına sarılıp bir de güzel yalayıp yutmuşum herkesi... Şimdi mi yapmıycam?? Olmaz o iş cicim!

*Okuduğunuz kitap önemli : Kimsenin okumadığından emin olduğunuz bir kitabı çok sevin, çok çok muhteşem olduğuna inanın, inandırın. Etrafınızdakilerin hayatta büyük bir fırsat kaçırdığına ikna olması şart.

Valla ben direkt Umutsuz İş Kadını’nın Blogunu okuyorum son günlerde diyebilirim bunun için :o) Nasıl olsa kimse okumuyor :o)) Tabii, insanları büyük bir fırsat kaçırdıklarına nasıl ikna edeceğim, onu hiç bilemiyorum!!



*AVM Yasağı : Ölseniz, bitseniz de bir AVM’nin kapısından girmeyin. Zaten genel olarak alışveriş hiç cool bir hareket değil. İhtiyaç halinde hızla bir dükkâna girip poşeti kaparak çıkmak lazım. Deneme kabini mi? Kafayı çıkartıp bir beden büyüğünü sormak mı? Aman ha!!

Ben işte bu noktada anlıyorum ki, bu son derece mantıklı maddeleri yazan kesinlikle bir erkek!! Hatta bunları da sadece erkekler için yazmış. Zira, bir kadına AVM’ye girmemesini söylemek ve daha da önemlisi kıyafetlerini denemeden aldırmaya çalışmak, 15 kilo verdirmekten daha zordur!!! Pardon ama, bir kadın tüm gün işyerinde onca boğulduktan, patron kahrı çektikten sonra iş çıkışı bile açık olan, tüm markaları bulabileceği bir AVM’ye gitmeyecek, alışveriş yapmayacaksa nasıl atacak o stresi? Biri bana bunu söylesin önce! Hatta o AVM’lerin son derece cool restaurantları da iş sonrası stresi atmak için birebirdir; bunu da ben söylemiş olayım bakalım.

*Evli olmak hiç cool değil : Yapılan bilimsel araştırmalara göre evli olup da cool olanların sayısı çok az.

Valla benim uyduğum, ama zorunluluktan uyduğum tek madde bu! Zira bekarız ama gerçekten tercih ettiğimden mi? Şu sıralar pek emin değilim. Yalnız yaşlanmak zor bişii gibi gelmeye başladı. Neyse... O konuyu başka zaman eşeleriz. Dediğim gibi, bir tek madde bana uydu, o da cool olmak için seçtiğimden değil :o))

Önemli Not: Hepinize iyi tatiller ve Cumhuriyet Bayramınız Şimdiden Kutlu Olsun !!! ;o)

27 Ekim 2010 Çarşamba

Cool (Havalı) Olmanın Bilmemkaç Yolu !! (I. Bölüm)

Merhabalar!

İzninizle, geçtiğimiz haftasonu Radikal Hayat’ta okuduğum yazıyı (Cool Olmanın 25 Yolu) kendime uyarlamak ve ne kadar cool bir insan olduğumu burada belgelemek istiyorum!! ??? Yalnız en baştan belirtmeliyim ki yazım, tüm maddelere yer vermeyecek olmama rağmen biraz uzun olacağından, iki parça halinde yayınlayacağım. Şimdiii... Gazete der ki:

*Yavaş hareket edin : Tezcanlılık, oradan oraya koşturma hali hiç “cool” değil bilesiniz!

Bunu bana mı söylüyorsunuz pardon? Bir CEO asistanına? Yani şirkette her şeyin acil olduğu tek yerde çalışan birine ! “Hayır”, “Üzgünüm, şu anda tamiri mümkün değilmiş”, “Beklememiz gerekiyor”, “Aradım; ulaşamadım” gibi cevapların cevaptan kabul bile edilmediği bir noktada çalışan bana? Hatta benim pozisyonumda sadece patronunuzun değil, herkesin her işi acildir ! İş patrona kadar gelmiş, daha ne olsun? Peki onca koşuşturma arasında patronunuzun işi ne zaman bitirilmiş olmalıdır? Hemen mi? O bile yeterli değildir. Patronunuz, size verdiği işin “dün” bitirilmiş olmasını bekler zaten sizden! Yani ben?? Cool olmak için yavaş mı hareket etmeliyim? Cool bir işsiz olmayı düşünürsem uygularım !!

*Popüler konulardan bahsedilirken, (bilseniz bile) bahsedilen konuyu bilmiyormuş havası yaratın : Çok ses getiren, “moda” olan konulardan, yüksek reyting alan dizilerden, program ve oyunculardan konuşulan bir ortamda: “O kim ki? Ben tanımıyorum...” “Hiç izlemedim; nasıl bir program?” tavırları takının.

Ben mi yapıcam şimdi bunu? 4-5 sezondur seyrettiğim gayet salya sümüklük dizilerim var benim; valla konusu açılırsa kendimi tutamayıp hemen bir yorum yapıştırıveririm şahsen! Kaç sezon izlemişim!

*Fotoğraf çektirmeyin : Mutlaka çektirmeniz gerekiyorsa da asla objektife bakmayın; kenarda bir yerde, çekilen fotoğrafla bir ilginiz yokmuş izlenimi verin.

Ben? Herkesin hiç değilse cep telefonuyla fotoğraf çektiği ve özellikle en havalı olanları facebook’ta paylaşıp herkesi çatır çatır çatlattığı bu devirde??? Mümkün değil valla ! Fotoğraf çekip internette yayınlamak ve milletin ağzının suyunu akmasını seyretmek varken hele, hiç mümkün değil !! Zaten hepimiz facebook’u biraz da “hava atmak” amaçlı kullanmıyor muyuz sanki?? Valla ben tam da objektife bakarak gerine gerine çektiririm fotolarımı... Hemen ardından da : “Fotoğraf albümü oluştur; etiketle, şunu albüm kapağı yap veee... Paylaş!

*Uzaklara bakın : Karşınızda biri varken bile uzaklara, uzayda bir noktaya bakmak derinlik katar. Yolda yürürken de aynı prensip geçerli. Ama takılıp düşmek yanlış... Bir çuval inciri berbat edersiniz.


Valla ben, tüm gün o topukluların üzerinde zaten ip cambazı şeklindeyim. Bir de önüme değil de, uzaklara baka baka yürüycekmişim; sağol tatlım. Bunu da almıyyim. İSKİ’nin İSKİ olduğu dönemleri hatırlayanlarınız vardır. Hani hatırı sayılır sayıda insan çukurlara düşerdi. Bilin bakalım onlardan biri de kimdi???? Hem de ayağında topuklu bile olmadan... Bildiğin babetle!

*Mona Lisa Gülüşünüz olsun : En komik bulduğunuz espriye bile katılarak gülmeyin.

Ben? Gülmiycem öyle mi? Size şöyle bir olay anlatayım : Geçen sene, yurttan oda arkadaşım eşi ile İstanbul’a gelmişti. Yanında, üniversite yıllarından tanıdığım annesi de vardı ve ben de o zamanlar birlikte olduğum erkek arkadaşımla gitmiştim onlarla muhabbete. Bostancı’da bir meyhanede oturduk. Biz buluştuğumuzda da derbi maçı vardı ekranlarda ama hatırlamıyorum kim kiminle oynuyordu. Biz, anılarımızı anlatıp herkesi güldürüyorduk eski oda arkadaşımla. İkimizin, hatta yurtta birlikte kaldığımız diğer arkadaşlarımızın da bizim gibi gür sesli olduğundan behsediyor, okul hayatımız boyunca yüksek sesle güldüğümüz için ne çok uyarı aldığımızı anımsayıp kahkahalar atmaya devam ediyorduk. Tam bu konunun üzerine masamıza yaklaşan garson : “Pardon ama, biraz kısık sesle konuşabilir miyiz? Maç seyredenler kahkahalarınızdan rahatsız oluyorlarmış,” diye uyarınca daha da büyük bir kahkaha patlatıp hesabı ödeyerek ayrılmıştık meyhaneden. Sanırım yeterince açıklayıcı olmuştur bu olay ben ve gülme meselesine dair... Mona Lisa benim gibi gülsün !

* Facebook, Twitter Diyeti yapın : Sosyal paylaşımın hiçbir türü tavsiye edilmez. Ne ‘dürtmek’ ne de ‘dürtülmek’ bir cool’a yakışır!


Facebook benim hayatım; sen ne diyosun?? Bir arkadaşım yorum mu yapmış, biri foto mu eklemiş, bir grup mu kurulmuş, hastası olduğum Geveze ne demiş, ne yapmış, kim nerde, kiminle görülmüş?? En güzeli de beni kim dürtmüş onu görmek, mümkünse arkadaşlarımla birlikte gülmek isterim :o)

Şu ana kadar pek cool bir görüntü sergileyemedim sanki ama... Yarın kaldığım yerden devam edicem ;o)

24 Ekim 2010 Pazar

Reebok EasyTone Reklamındakiler Gibi Popom Olsa, Gidip Onu mu Alırım?

Yaa, Allahaşkına nedir bu reklamların durumu? Sadece erkeklerin beklentilerini gitgide yükseltmekten başka bir işe yaramıyorlar bence; baştan belirteyim! Biliyorum son bir iki yazımda kafayı popolara takmış gibi gözüküyorum ama, elimde değil; kusura bakmayın. Her tarafımız bu şekilde yapılan reklam bombardımanlarıyla dolu! 36 beden bile büyük gelecek neredeyse! Biz neden her şeyin en iyisini yapıp en ince, en güzel, en akıllı, en kültürlü, en ayakları sağlam basan, en seksi, en beğenilen, en iyi giyinen, en en en olmaya çalışırken erkekler bunların hepsini bizden bekleyip kendilerinin tek yaptığı yaşlarıyla birlikte göbeklerini de büyütmek oluyor anlamıyorum. Tabii biz de bunun böyle olmasına çanak tutuyoruz. Yani onlar göbekli olabiliyor, hatta bu göbekleri gitgide büyütme hakkına da sahip oluyorlar ama biz, günden güne zayıflamak, doğursak bile onbeş günde tüm kilolarımızı verip dal gibi olmak zorunda kalıyoruz. Bu nedir yaw? Bu reklam sektöründe çalışanları da vurucam zaten !! 15-16 yaşında en çıtırından, en taş hatunları çıkarıyorlar reklamlara, beklentileri oralara çekiyorlar! Daha suratında sivilce çıkacak yaşa gelmemiş hatunlar yaşlılık kremlerinin etkilerini gösteren reklamlara çıkıyorlar! Yaw, o reklamda oynattığınız körpecik yavrunun annesi bile henüz yaşlılık kremi kullanacak yaşa gelmemiştir ki ! Kimi kandırıyorsunuz siz? Neymiş efendim, bu kremi kullanınca gençleşecekmişiz; yok yaa! Ancak estetik ameliyatla giderebilirsin sen benim suratımdaki kırışıklıkları!

Hele şu son zamanlarda televizyonlarda dönmeye başlayan Reebok’ın son reklamı; popo ve bacak kaslarını çalıştıran ve zayıflatan şu mucize eseri spor ayakkabılara ne demeli !!!! Yaa, bir rahat verin insana Allahaşkınıza! O popolar ne ööle? Ben bile alamıyorum gözlerimi ekrandan. Zaplamak istiyorum; zaplayamıyorum. Reklam bitince, koşa koşa evdeki boy aynasına gidip totomu dönüp bakıyor, gerçekle yüzleşiyorum. Şimdi, ben, bu totoyla, bu ayakkabılardan giysem, bir mucize gerçekleşecek ve benim şu an aynadan gördüğüm toto iki parçaya ayrılarak (zira benim totonun maşallahı var; o reklamda oynayan hatunların ikisininkinin biraraya getirilmişi gibi bir boyutta) her biri o reklamda gördüğüm gibi bişii mi olacak? Bu mümkün mü yaw? En basitinden gitsem, yatsam bir estetik cerrah masasına ve desem ki, “Totom tez iki parçaya kesile!” daha kolay olmaz mı?? Olur valla!!

Reebok Türkiye yöneticilerine sesleniyorum buradan! Lütfen insanları kandırmayalım! G*tü büyük birilerinden seçip, onları birkaç ay boyunca bu reklamını yaptığınız spor ayakkabılarını giydirerek programa tâbi tutsanız ve nasıl bir ilerleme kaydettiklerini belgeleseniz hadi neyse! Hani “önce” ve “sonra” şeklinde... Ama siz düpedüz gidip g*tü zaten hiçbir şekilde düzgünleştirilmeye ihtiyacı olmayan hatunları reklama konu edip güya ayakkabı reklamı yapıyorsunuz. Bence sizin reklamını yaptığınız şey, kusura bakmayın ama açık açık oynayan hatunların totolarının reklamı yaw! Niyetinizin, “Siz de bu spor ayakkabılardan giyin, sizin de totonuz bööle taş gibi olsun!” demek olduğunu anlıyorum ama, izninizle bir külah yapayım da siz durumu ona anlatın! Pazarladığınız, belki de her reklam gibi fantazi. Umut satıyorsunuz insanlara... Zaten prezentabl gözükçez diye işyerlerimizde göbeğimiz çatlıyo... Bir de Pazar Pazar kucağımızda bir kase patlamış mısır, elimizde kola, yanda birkaç çeşit çerezle birlikte tv seyrederken bu reklamları görüverince suçluluk duygumuz tavan yapıyor yahu! Yapmayın; etmeyin!

22 Ekim 2010 Cuma

Tikitoşların Ödül Töreni (Çalışan Zamane Hatunları Böyle mi Olur Allaaasen?)

Şimdiiii... Benim blogumda kullandığım bazı takma isimler ya da tanımlamalar var. Mesela “Ulu Manitu” benim hatun patronum; şirketimizin CEO’su. Bir de Kutsal İttifak var örneğin. Bu Kutsal İttifak meselesi de hani şu bizim, genel olarak “tikitoş” diye nitelendirdiğimiz, aldıkları maaş, kıyafet ya da ayakkabı masraflarını bile karşılamayan çalışan hatunların, işyerlerindeki hemcinsleriyle oluşturdukları gruplar için kullandığım bir tabir. Bu tip gruplarda ortak payda sanki birbiriyle iyi anlaşmaları değil de, işyerlerinde kendileri gibi tikitoşların sayıca nispeten az olması gibi geliyor bana. Bir de aynı kutsal amaç (işyerinden sağlam mevkide bir koca düşürmek) etrafında bir ittifak oluşturmalarından kaynaklanan bir durum sanki. İşte ben geçtiğimiz hafta, nasıl olduysa bu hatunlarla dolu bir ödül töreninde buldum kendimi. Patronumla birlikte katılmış olsam asla dikkatimi çekmezdi bu durum ama, benim katılma sebebim bir arkadaşıma, makalesiyle katıldığı yarışmanın ödül töreninde eşlik etmek olduğundan, hatunların durumu epey dikkatimi çekti.

Ben ne yazık ki ondan önce vardım ödül töreninin yapılacağı söylenilen Nişantaşı’ndaki tikitoş otele. Direkt toplantı salonuna geçtim. Salondakilerin hiçbirini tanımadığımdan, erken gitmiş olmanın tek artısı olan “boş yer bulmak” konusundaki avantajımı kullanıp bir bistroya attım kendimi. Birden fazla toplantı salonunun açıldığı ortak alanın ortasına ince uzun bir ikram masası, onun karşısındaki duvarın dibine kahve-çay standı kurulmuş, ortadaki ikram masasının sol tarafındaki diğer duvar boyunca da çok sayıda bistro yerleştirilmişti. Ben tabii hemen beni oraya çağırdığı halde kendisi hala olay mahalline teşrif etmemiş arkadaşımı arayıp nerede olduğunu sordum. Hatun kişi ne yazık ki trafikte sıkışıp kalmıştı ve yakın zamanda da oraya varabilecek gibi gözükmüyordu. Ortama ayak uydurmam gerekiyordu ama benim gibi kalabalık içine karışma özürlü bir insanın, benden ayrı dünyaların insanları oldukları bariz diğer hatunların arasına karışması pek de kolay değildi...

Bir ödül törenine gittiğinizi zannederken yanlışlıkla “fashion show”a geldiğiniz izlenimine vardığınız bir ortam düşünün. Kıyafetiniz nasıl olursa olsun her halükarda kendinizi b*k gibi hissettiğiniz, zira sizin, üzerinizdeki nişan elbiseniz olsa bile oradaki Kutsal İttifakçı kokoşlarla aşık atabilmenizin mümkün olmadığı bir ortam bu. Orada bulunan siz hariç herkesin dikkat çekici bir hali, tavrı var ve siz o kadar sıradansınız ki, yazık size! Kendiniz bile nasıl sıyrılmayı başarabildiğinizi bilmiyorsunuz ama bu ortam ayakkabısı rugan olmayanı içeri almadıkları bir yermiş meğer! Etekler mini boy... Pantolon giyen hatun pek yok; mini etek giymeyenler de elbise tercih etmiş... O ince çoraplar birbirinden seksi; ve ilginçtir ki en ufak bir çizik bile yok hiçbirinde. Sanki hatunların hepsi çorabını toplantı alanına gelmeden az önce giyivermiş gibi.

Böylesi muhteşem bir ortam ve inanılmaz eğleniyorsunuz (!) Etrafınıza bakınırken birden asansörün kapısı açılıyor ve sanki az sonra orada çekilecek şampuan reklamının baş mankeni iniyor asansörden! Yalnız bir eksiklik var bu mankende; o da boy :o) Artık bir elli olduğundan kendini uzun göstermeye çalıştığı için midir, yoksa saçını başını yeni yaptırdığından onları sallayıp havalı gözükmek istediğinden midir bilinmez, hatun kişi yaylana yaylana, ağır çekimde yürüyor. Sanki aksiyon filmi izlerken aniden yavaşlatılmış bir sahneye denk gelmiş gibi hissediyorsunuz. Bir patlayan flaş eksik diyecek oluyorsunuz, ama o da eksik değil! İçeride aynı kendileri gibi kokoş, onlardan tek farkı elindeki kocaman fotoğraf makinasıyla, verilen yapmacık gülücüklü manken pozlarını zamanın içine hapseden bir fotoğrafçı bile var!

Tüm bunları dışarıdan izleyen bir seyirciyken, birden kendimi farkediyorum. Kimse benim fotoğrafımı çekmiyor yahu! Durumuma üzülüp kahroluyorum!!!! Bu arada her asansörden inenin odada bulunanlarla selamlaşıp muhabbet etmeye başladığını görerek şaşırıyorum; zira bu ödül töreniyse oradaki hemen herkes nasıl oluyor da birbirini tanıyor kuzum? Yoksa bu insanlar kendi aralarında, kapalı bir grupla yarışma hazırladılar da, bizim keriztofır hatun yanlışlıkla mı giriverdi bu yarışmaya? Neyse... Ben onu bunu seyredip böyle saçmalıklara kafa yoradururken, bizi içeriye almak için sesleniyorlar! Durum çok vahim; zira benim hatun hala gelmedi ve ben onsuz, onun törene katılmak üzereyim. Hemen tekrar arıyorum ama, daha çok var gelmesine. Çaresiz, giriveriyorum onsuz toplantı odasına!

Türkçesi bozuk, kağıda yazdığı tekdüze satırlarını samimi bir sunuma dönüştürmeye çalışan, konuşması içten olsun diye yüzünde sahte bir gülümsemeyle komik olmayan bazı cümleler sarfeden bir hatunun sıkıcı takdiminden sonra üçüncülük ödülünü alan kişi anons ediliyor. Tataamm! Hatun iki gün önce doğurmuş ve ödül törenine katılamıyormuş. Onun yerine arkadaşı gelip alıyor ödülü. (E hani ödülleri kimin alacağı o gece belli olacaktı? Hatun yerine nasıl göndermiş ki başka birini? Müneccim olsa gerek!) Neyse, ona ödül vermeye çıkan hatun yarısı İngilizce sözcüklerle donattığı muhteşem Türkçesiyle bu projeden bahsediyor! İngilizce bilmeyen insanlar için bu konuşmayı anlamak oldukça zor, ama herkes elinden geleni yapıyor!!! Hatunun brainstorming, informal, board room vb başka bir sürü kelime serpiştirilmiş muhteşem konuşmasının arasında, bu projenin adını duyunca iyiden iyiye dumur oluyorum; zira projenin adı “Zamane Hatunları”ymış! Demek çalışan zamane hatunları böyle oluyormuş! Bunlar zamane hatunuysa ben neyim anlamıyorum; kendimi bir yere koyamıyorum! Bu sırada yine “samimi” bir sunumla, yarışmanın ikincisi anons ediliyor ve başka bir tataaaammm ! Bu hatun da ödül almaya gelememiş, çünkü beni buraya tıkıp kendisi gelemeyen arkadaşım gibi o da trafikte sıkışmış! Sunucumuz sağolsun, durumu kurtarmak için İstanbul trafiği muhabbeti serpiştiriveriyor araya. Hepimizi gülümsetiyor !!!!

Sonra herkes nefesini tutuyor ve yarışmanın birincisi anons ediliyor! Hayrettir ki yarışma birincisi hatun kişi ödülünü almaya gelmiş, gelebilmiş, toplantı salonuna varabilmiş. Ödülünü alıyor ve ödül aldığı yazısını okumak üzere sahneye siyahlar giymiş, yakışıklı bir tiyatro oyuncusu davet ediliyor... Er kişi yazıyı okuyor ve herkesin çılgın alkışları arasında, ödülü kazanan hatundan daha çok tebrik alıyor!!!! “Bu yazıyı daha önce de birkaç kez okudum ama hiç bu kadar güzel hisler uyanmamıştı içimde,” diyeninden, “Hepimizi ağlattınız,” diyenine kadar her türlü kokoş, yakışıklı tiyatrocunun etrafını sarıveriyor! Bu duruma daha fazla şahit olmamak için bana eşlik edebilecek bir arkadaşa doğru ilerliyorum; içki standına!! İşte bu güzel! Hemen kendime bir votka portakal hazırlatıyor, oraya gelmemin acısını çıkartmaya ve sarhoş olup etrafımdakilere katlanmaya çalışıyorum. Şarap, ordövr gezdiren garsonlar dolaşmaya başlıyor aralarda. Köşedeki bistroda takılan üç hatun, geçen her garsona atlayıp getirilen her ordövrden üçer beşer almalarıyla dikkatimi çekiyorlar. Demek kokoşların içinden de böyle hatunlar çıkabiliyor! Kahve fincanlarına benzeyen cam kapların içinde turuncu bir sıvı gezdirmeye başlıyor garsonlar. Hatunlar atlıyor hemen. Bana da getiriyor bir garson. Önceki turu pas geçiyorum ama, başka bir garson daha getirince ısrarlara dayanamayarak alıyorum denemek için. Soğuk İtalyan çorbasıymış meğer o turuncu sıvı. İçinde küçük bir buz parçası da var. Ufak bir yudum alıp tadına bakıyorum ama, nerde bizim mercimek, ezogelin?? Peh! Eline su bile dökemez! Mısır gevreği sosunun sulandırılmış hali gibi bir şey bu ! Zaten benim neyime soğuk İtalyan çorbası? Sonraki ikram, soya soslu karides. Garson pek methediyor “Tadı çok güzeldir, tavsiye ederim,” diye. Herhalde bir ben bilmiyorum tadını deyip, öğrenmek için hamle yapıyorum. Ama soya sosu o kadar bol ki, karides lümp diye boğazımdan geçip direkt mideme yolculuk yaparken ben, neredeyse burnumdan çıkan soya sosuyla uğraşıyorum. Tüm bunlar olurken de garson, yanımda bekleyip tadını nasıl bulduğumu öğrenmeye çalışıyor. Burnumdan çıkan soya sosuna aldırmamaya çalışarak ağzımdan tek kelime çıkmadan gülümsemeye çabalıyorum başımı tasdikler gibi bir aşağı bir yukarı sallarken. Garsondan utanıyorum herhalde ne biliim! Çocuk da beğendiğime sevinip beni burnumdan fışkıran soya soslarıyla yalnız bırakıyor. Birkaç dakika sonra gelen başka bir garson bana balık topları sunuyor bu kez.Balık ve top mu? Teşekkür edip onu pas geçiyorum. Az önce edindiğim tecrübeye göre neyle karşılacağımı az çok tahmin edebileceğim bir şeyleri denemek daha iyi olur diye düşünüyorum. Sonra elimdeki “arkadaşım” bitince yenilemek üzere içki standına doğru gidiyor ve yeni bir “arkadaş” ediniyorum. Bu sırada konuşulanlardan anladığım kadarıyla bu hatunların hepsi birbirini tanıyor, zira hepsi aynı ofisten ve ofisleri otelin 30 metre yukarısında bir yerlerde. Meğer ben ödül törenine geldiğimi zannederken, onların kendi aralarında düzenledikleri bir “happy hour” içine atmışım kendimi de haberim bile yokmuş. “Körler sağırlar birbirini ağırlar ödül törenine hoşgeldiniz!” diyorum kadehimi onların şerefine kaldırarak...

Getirilen peynir toplarından birini mideye indirirken, beni oraya çağırıp tek başıma bırakmış sevgili dostum iniyor asansörden. Şampuan reklamı çekecek gibi gözükmüyor. Parlayan, şıkırdayan bir yeri de yok. Rugan ayakkabı bile giymemiş; sıradan işte... Benim gibi bişii... Yanıma yaklaşıp beni yanaklarımdan öperken özür diliyor ve soruyor. “N’aber? Nasıl geçti ödül töreni?”

17 Ekim 2010 Pazar

G-String In, Kıyafetimizden Belli Olan Donlar Out !

“Haydaaa! Bu da nerden çıktı şimdi?” demeyin. İnanın bunu haykırmak için geçerli sebeplerim var. Özellikle son gördüğüm manzara ne yazık ki beni bu yazıyı yazmaya mecbur etti.

Özellikle son yıllarda literatürümüzde daha da fazla yer edinen “prezentabl gözükmek” biliyorsunuz ki bazı kişiler tarafından ayrımcılık olarak kabul ediliyor. Hatta kimi çevreler, firmalara gönderdiğimiz “fotoğraflı özgeçmişler”in bile ayrımcılığa sebep olduğunu söylüyorlar. Zira fotomodel, ya da ne bileyim manken falan olmayacaksak, görsel anlamda özellik gerektirmeyen herhangi bir ofis işi için fotoğraflı özgeçmiş göndermek, genel geçerde pek de güzel sayılmayan insanlar için işin gerektirdiği tüm özellikleri karşılıyor olmalarına rağmen baştan eksi bir puan olarak değerlendirilebilir. Bence bunun altında yatan en önemli detay insanların, ofiste birlikte çalıştıkları kişilerin hoş olmasını istemeleri. Çirkin ve bakımsız insanlarla birarada çalışmaktansa, baktıklarında içlerini açacak güzellikler görmek istiyorlar etraflarında. Peki bunun için insanın dünya güzeli olması mı gerekir? Tabii ki hayır! Ama en azından kendimize daha da yakışan kıyafetler giymek, detaylara biraz önem vermek iyi olur diye düşünüyorum şahsen.

Yani bence‘prezentabl gözükmek’ sadece kişinin kendisini değil, aynı ofiste birlikte çalıştığı kişileri de etkiliyor. Zira hoşunuza giden, ambiyansı güzel ortamlarda bulunmak sizi nasıl mutlu eder, oralarda daha keyifli zaman geçirip o mekanlarda bulunmak için daha çok çaba sarfederseniz, ortamı güzel bir ofiste çalışmak da aynı derecede etkilidir insan hayatında. İnsanın, birlikte çalıştığı kişilerle iyi anlaşabilmesi kadar, o insanları hoş bulması, o insanları beğenmesi, onlardan etkilenmesi de önemlidir çalışma hayatındaki motivasyon açısından. Geçenlerde buluştuğum eski işyerimden bir erkek arkadaşım, “Şirket giderek çirkinleşiyor İsmet” demişti bana. Ben de ne demek istediğini anlamadığımı belirttiğimde, “İnsanın ofise uğrayası gelmiyor artık. Tüm güzel kızlar ya işten çıkarıldı ya da istifa ettiler,” diye açıklamıştı durumu.

Belki bu çok ‘erkekçe’ bir değerlendirme ve bir ‘erkeğin’ bakış açısı ama, itiraf edelim ki biz hatunlar da etrafımızda yakışıklı erkekler olduğunda daha bir motive çalışıyoruz; yalan mı? Onlar bazen işe gitme, bazen kendimizi daha iyi hissetme, bazen ekstra güç sarfetme sebebimiz olabiliyor. Zira, herkes beğenilmek, pozitif anlamda dikkat çekmek ister. Peki, bütün bu beğenilmek ve prezentabl gözükmek açısından olaya baktığımızda biz bu durumun neresinde duruyoruz? Yani iğneyi kendimize, çuvaldızı ele batıracak olursak, işe gittiğimiz her Allah’ın günü hoş gözüktüğümüzü söyleyebilir miyiz? Yoksa sabahın kör bir vakti, henüz tam olarak ayılmamış, gözümüz bile açılmamışken sadece öylesine giyiniveriyor, elimize ilk geçeni sırtımıza mı geçiriveriyoruz?
Ben şahsen nezle-grip gibi, pek de önemli olmayan ama insanı gerek motivasyon olarak kötü, gerek fiziksel olarak yorgun ve gerekse de silinmekten kıpkırmızı olmuş burunlar sayesinde çirkin gösterecek hastalıklara karşı mücadelemi bile işe giderken giydiğim kıyafetimle veriyorum. Nasıl mı? O gün daha güzel kıyafetler seçip özellikle kendimi iyi hissetmeye zorlayarak. Çünkü aslında taşıdığımız kıyafet o gün için modumuzu da belirliyor. Hastalıkların önemli bir kısmı da psikolojik olduğuna göre, motivasyonumu yüksek tutarak hastalığın bana yapışıp kalmasına izin vermemiş oluyorum.
Gelelim önemli detaylara. Kadınlar bilirler kıyafeti tamamlayan unsurların ayakkabı ve çanta olduğunu. Mesela şık ve seksi bir eteğin altına giyilen düz pabuçlar, babetler, başka bir kıyafetin altına yakışıyor olsa da, o kıyafetin tamamlayıcısının topuklu bir ayakkabı olduğu aşikardır. Ya da ne bileyim pantolonların yüksek ya da düşük bel olmasının kalçamızı (hatta belki de popo çatalımızı, ki düşük belli pantolonlara dair ayrıca bir yazım olacak) nasıl göstereceğini. Hah, işte tam burada, hazır laf pantolonlara getirmişken ağzımdaki baklayı artık çıkarmak istiyorum izninizle!
Bir insanın (hadi arkasından gördüğünüz bir insanın diyelim) ilk olarak neresine bakarsınız? Valla benim tek bir yanıtım olur bu soruya, o da ‘kalçasına’. Bu hiç şaşmadı şimdiye kadar. Aslında bu soruya hemen hepimizin yanıtı aynı şekilde “Popo” olur diye düşünüyorum. Peki, poposuna baktığınız insanın içine giydiği donu da görmek hoş olur mu? Valla bence olmaz! Olmuyor yani; hem de hiç! Çok iyi giyimli bir kadın düşünün. Endamı, fiziği, kıyafeti taşıyışı, üzerindekilerin uyumu, her şeyiyle mükemmel. Yanından geçtikten sonra bile kendinizi tutamayıp bir kez daha bakmak için kafanızı arkanıza çeviriyorsunuz ve tataaaaammm !! Olan oluyor; hatunun donu belli oluyor giydiği pantolondan!?!@/&! Hoş mu olmuş şimdi kalçalarının üstünden geçen don izi?? Valla olmamış! Yani beni bu yazıyı yazmaya iten ofisteki hatun kişinin, pantolonundan pamuklu olduğu belli olan donunun bıraktığı iz, hiç olmamıştı o kıyafetin içine. Oysa bir g-string geçirmiş olsaydı o popoya, işte o zaman kıyafeti nasıl da güzel gözükecekti kim bilir!

Şahsen ben kadınların pantolon ya da eteklerinden kendini belli eden, kalçanın yuvarlak hatlarının kenarında çizgi şeklini oluşturan ve nispeten paçalı donlara benzeyen(!) o iç çamaşırlarından hiç hoşlanmıyorum! Ve sizden rica ediyorum, sabah evden çıkmadan önce boy aynasına poponuzu dönerek arkadan görünüşünüze de bir göz atın. Giydiğiniz pantolon ya da etek bence asla iç çamaşırınızı belli etmemeli. Yani daha doğrusu o don ordan gözükmemeli! Büyüyü yok etmemeli ve motivasyon edici olmaya devam etmeli; hepimiz açısından!! ;o)

11 Ekim 2010 Pazartesi

"Ev kadını Olmak Rahat” mı Dediniz? Almıyyım, Alanı da Tutmıyyım ;o)

Annem rahatsızlandığı için birkaç günlüğüne izin aldığımdan bahsetmiştim. Kendisi iki aydır ablamlarda kalıyordu. Durumunun pek de iyi olmadığını öğrenince ben de gidip gözlerimle görmek istemiştim. Birisiyle telefonda konuşmak, onunla yüzyüze görüşmek kadar içini rahatlatmıyor insanın. Neyse, şu anda daha iyi çok şükür ama benim esas anlatmak istediğim evli ve çocuklu bir evkadını (!) olmanın zorlukları... Özellikle benim gibi bekar iş kadınları bu yazıyı okuyunca yatıp kalkıp hallerine dua edeceklerdir. Şahsen ben ettim valla! Davulun sesi gerçekten sadece “uzaktan” hoş geliyormuş!

Ablam evli ve büyüğü 13 yaşında kız, küçüğü 7 yaşında erkek, iki çocuğu var. Eşinin konumu gereği bazı şehirlerarası toplantılara katılmak, bazılarına da evsahipliği yapmak zorunda olduğundan çocukları anneme emanet edip şehir dışına çıktığı da oluyordu. Ben oradayken de böyle bir etkinliğe katılması gerektiğinden, bıcırıkları annemle bana emanet ederek gitti. Bu da tabii çocuk yetiştirmek şöyle dursun, yemek yapmayı bile layıkıyla beceremeyen, en sevdiği yemek soğuk pizza olan bana, biraz ağır geldi. Bünyem kaldırmadı (!)desem valla yalan olmaz.

Ablamın şehirden ayrıldığı gecenin sabahı bizim ufaklık, ne yazık ki kargalar b*kunu yemeden, altıyı on geçe kalktı; tabii ardından da ben. Ablası saat yedide uyanacağından, ikisine de kahvaltı hazırlamam, ama en önce balkondaki çamaşırları toplamam gerekiyordu; zira çamaşırların arasında çocukların, kurumamış olmaları muhtemel okul tişörtleri vardı. Çamaşır toplama eyleminden sonra (hepsi kurumuştu Allah’tan) mutfağa yöneldim. Bulaşık makinasını boşaltıp kahvaltıyı hazırladım. Sonra, bıcırık çizgi film seyrederken onun yatağını topladım. Bu arada ben kahvaltıda içmesi için ablasına sevdiği yeşil çaydan yaparken, kızımız da uyandı. Bıcırık kahvaltı için sucuk istemişti, ona sucuk yaptım. Ama ne oldu dersiniz? Pişirdiğim sucuğu yemedi (!), zira marketten aldığım sucuk onun sevdiği marka değilmiş(!). Bir koşu bakkala inip sevdiği markadan aldım. Sucuktaki problem çözümlenmiş oldu ama, bu kez de kızarttığım ekmekleri beğenmemişti küçük bey. Neymiş, ekmekler kuru olmuşmuş (!).

Neyse, ablası kahvaltıda bize katıldı. Onun için de tost yapmıştım. Pek istekli gözükmese de yemeye çalışıyor gibiydi. Bir ara mutfaktan çıkıp geri geldiğimde tostun yarısını yenmiş bulunca hem şaşırdım hem de sevindim. Gerçi onun için hazırladığım yeşil çayı da eline alıp tadına bile bakmadan, daha koklar koklamaz, “Teyzeeee, bana kardeşimin yeşil çayından yapmışsın. Bu benim sevdiğim değil kiii!” diye bağrındı ama, hemen kendisinin sevdiği diğer marka yeşil çaydan hazırlayarak bu pürüzü de ortadan kaldırmayı başardım.

Onu okul servisine bindirip eve döndüğümde bıcırık televizyon başındaydı. Şeytan mı dürttü nedir, bir önceki gece hepsini yaptığını söylemiş olsa da, ödevlerini bitirip bitirmediğini teyit etmek istedim. Soğuk taşa yatmış, kalkmamak için inat ederken bir yandan da, “Bir tanecik ödevim kaldı aslında” demez mi??? Tabii ben beynimden vurulmuşa döndüm! Kendisini hemen yalvar yakar odasına sürükleyip defterini çıkarttırarak ödevine dair bilgi edinmeye çalıştım ama nafile. O bana, “öğretmen şöyle dedi, bunu istedi” diyordu ama, o kadar ‘çocuk dilinde’ anlatıyordu ki, bendeniz ödevinin ne olduğunu bile anlayamadım(!) Kendisinden bir güzel “Annem olsa anlardı” şeklinde tokat gibi bir laf bile işittim ama, sonuçta ne oldu dersiniz? Ödev yapılmadan kaldı tabii!

Onu odasında bırakıp bulaşıkları makineye dizmeye mutfağa gittim. Sonra eksiklerin listesini çıkarttım. Annem kalkınca onun kahvaltısını hazırlayıp ilaçlarına yardım ettim. Onun yatağını da toplayınca sabahki çamaşırların ütülerini yaptım. Bu arada ufaklığın okul vakti geldi. Onu giydirip çantasını hazırlamasına yardım ettim, beslenmesini hazırladım. Annesinden başka kimsenin kendisini okula bırakmasını asla istemediğinden ona eşlik ettiğim için benden nefret etse de, onu okuluna bırakıp oradan doooğru markete koşturdum. Eve dönünce hemen yemek olayına girişip önce o işi bitirdim. Sonra hemen annemin tahlil sonuçlarını almak üzere hastaneye koşturdum. Dönüşte kızımızın odasını toplarken çöp kutusunu boşalttım. Ve tatatataaaaammm ! Bir de ne göreyim! Sabah onun için pişirdiğim ve yediğini sandığım tostun yarısı çöpten çıkmasın mı??? Bu konuyu annesine söylemeye, kendisiyle tartışmamaya karar verdim.

Okuldan eve geldiğinde, ona yiyecek bir şeyler ayarladım. Bir saat kadar sonra gidip bıcırığı okuldan aldım ve ona yemek yedirme faslına geçtim. Ne yazık ki yemeklerde ‘kıyma’dan nefret ettiğini bilmediğimden, ağzına gelen kıymayı kusması dolayısıyla neye uğradığımı şaşırdım. Ama, bu acı tecrübeyle bunu da öğrenmiş oldum(!) Sonra onu banyoya sokup yıkamak zorunda kaldım. Bu banyo faslından sonra da anneme yemek yedirdiğimi ve yatma zamanları geldiğinde çocukları yatırdığımı hatırlıyorum. En son, oturduğum koltukta annemle birlikte televizyon seyrederken sızıp kalmışım. Yatağıma yatmam için annem uyandırdığında boynum çoktan tutulmuş, kaskatı olmuştu bile.

Valla yazması dahi yorucu bu bir günlük tecrübe bile bekar, soğuk pizza yiyen, kadın patronundan (nam-ı diğer Ulu Manitu'dan) nefret eden beni, hayatımın aslında ne kadar güzel olduğu hususunda ikna etmeye yetti. En kısa sürede çalışma hayatından yine nefret edeceğimi biliyorum ama, bu tecrübe beni bir hafta oyalar artık ;o)

Yaşasın bekarlık! Yaşasın iş kadınlığı! :o)



5 Ekim 2010 Salı

Anneler Her Şeyden Önce Gelir !

Selam sevgili takipçiler,

Annem biraz rahatsız olduğu için birkaç gün izin aldım ve onunla ilgileniyorum şu an. Dolayısıyla bir süre sizi ihmal edebilirim. Hani olur da ilgilenenleriniz olursa, neden yazmadığıma dair bilginiz olsun istedim :o)

Eee, ne demişler? Aile her şeyden önce gelir.
Takibe devam edin lütfen.
Görüşmek üzere.

1 Ekim 2010 Cuma

Ofiste Bir Kadın Var... Boğazını Sıkıcam !!

Yaw, biz kadınlar neden böyleyiz?

Birbirimize ettiğimizi kim kime eder bu dünyada söyleyin bana! Bir kere itiraf edin: Erkek patronlarla (hatta patron olması da şart değil) çalışmak çok daha çekilesi bir şey! Şahsen ben, her zaman erkek patron tercih ederim. Hatun mu? Mümkünse almıyyım, alanı da tutmıyyım. Neden mi? Ben bir hatun olarak söylüyorum: Kadınlarla çalışmak zor iş.

İşyerinizi düşünün... En fazla çatışma hatunlar arasında oluyordur kesin. Hani olur da bir erkek, bir hatunla çatışsırsa da, yaşananlar kavga eden taraflardan biri erkek olduğu için daha çabuk unutuluyordur. Çünkü erkekler, olayı sadece profesyonellik çerçevesinde görüp, anlaşamadığımız konuların olması ve bu konularda tartışmamız kadar normal bir şey olamaz der, geçer gider, sizi de hedefe oturtmazlar. Durumu kadınlar gibi içselleştirip, kırmızı görmüş boğa pozisyonunda birbirinin açığını bulmaya ve bulduğu anda da onu dötünden boynuzlamaya kadar taşımazlar. Oysa iki hatun işyerinde herhangi bir konuda anlaşmaya varamazsa durum tam da budur! Kılıçlar kuşanılır, zırhlar giyilir. İki en sıskasından Spartacus çıkar meydaaaane! Biri diğerinden merdaneee!!

Biz deve gibiyizdir. Hem çok zor koşullara bile dayanıklı, hem de kendi  işini kendi gören. Ama bu arada deveden aldığımız en belirgin huyumuz da kinci oluşumuzdur aslında. Yemeğimizi soğuk yemeyi severiz biz.
Açık olalım: Biz birbirimizi çe-ke-mi-yo-ruz; hem de hiç.

Mesela... Üzerinizdeki kıyafetin size yakıştığını nereden anlarsınız? Sizi süzen hatunların bakışlarından, değil mi? Erkekler bile kadınların size baktığı gibi bakmaz çünkü. Burada “bile” kullandım, çünkü genel kanı insanların karşı cins için giyindiğidir. Oysa biz, hemcinslerimizin onayladığı kıyafetlerle daha bir mutlu oluruz. Çünkü zaten biliriz ki erkekleri daha da mutlu edecek olan, aslında hiç giyinmemizdir :o)

Erkeklerin çoğunlukla çocukken oynadıkları en uzağa kim işiycek oyununu biz hayatımız boyunca hatun hatuna oynar dururuz. Yani diyceem, hep bir sidik yarıştırma, alıp verememe sözkonusudur.

İşe başladığınız ilk günü düşünün... Herhangi bir erkekle aranızda soğuk rüzgarların estiği, “Bu herif beni daha tanımıyor bile ama nedense sevmedi işte” dediğiniz oldu mu? Hiç sanmıyorum. Ama henüz yeni tanıştığınız bir hatunla bu tür bir olay yaşamanız nedense pek muhtemeldir. Hatta o kadının şirkette çalıştığınız zaman boyunca ortada bir sebep olmaksızın çalışma hayatınızı burnunuzdan(!) fitil fitil getirmesi de çok şaşırtıcı olmaz. Bu fitil durumu için sebep aramamanız gerektiğini zaten bilirsiniz; çünkü yoktur. Sadece hatunun size kanı kaynanamamıştır o kadar. Ya da ne biliim, içi almamıştır sizi, size ısınamamıştır. Evlilik programlarında söylenildiği gibi, ilk görüşte elektrik olmamıştır  aranızda . Ama siz gerçek hayatta, bir sonraki talibinizi görmek isteyecek kadar şanslı olmadığınızdan, o hatunla tüm iş hayatınızı geçirmek zorunda kalırsınız. Kadın programlarında hayatınızın erkeğini bulabilmeniz için sahip olabildiğiniz şans, size hayatınızı birlikte çürüteceğiniz iş arkadaşlarınız açısından verilmemiştir ne yazık ki.

Kadınlar ne ister?

Hatun kısmısı olarak bizler, her yerde en becerikli hatun ben olayım, her yaptığım diğer hatunların yaptıklarından katbekat iyi olsun isteriz. Olmazsa sinirleniriz.

Bir konuyu bizden daha iyi becerebilen varsa, o işi daha iyi yapmak için çabalamak yerine, bizden becerikli olanın tökezlemesi için elimizden geleni ardımıza koymayız.

Birbirimizi çekiştirip hakkında dedikodu yapmaya bayılırız.

Zor işleri birbirimizin üstüne atar, başarıyı ise paylaşmakta zorlanırız.

Aynadaki palyaço görünümümüzü gözardı edip, sanki bir ikoncanmışız edasıyla herkesin her giydiğine mutlaka bir kulp takarız.

Her şeyin en iyisi "biz" olduğumuz için herkesi eleştiririz.

Her dediğimiz olsun, bizim söylediğimiz hep doğru çıksın, hatta bir de güzel “Ben demiştim” diyelim isteriz.

Herkes bizi sevsin, bizim için yanıp tutuşsun biz onları iplemeyelim isteriz.

En az biz çalışalım, en başarılı biz olalım isteriz.

Kafamız çalışmasa da en zeki bizmişiz gibi davranılsın isteriz.

Periyodik günlerimizde herkes bize anlayışlı olsun, eselim kavuralım ama kimse bize “git öte” demesin isteriz.

İsteriz de isteriz. Prenses muamelesi görmektir derdimiz.

Bakmayın siz benim bööle kendimi de dahil edip yazdığıma. Genelleme yapmış gibi gözüküyor olabilirim ama, ben bu gruba dahil görmüyorum kendimi (belki de hepimiz gibi) Bunları yazdım, çünkü bunlara maruz kalıyorum. Tüm bu yukarıda sıraladıklarımı yapan, boğazı sıkılası bir hatun tam karşımdaki masada oturuyor maalesef.
Bu yazıyı da işyerinde bana saç baş yoldurtan o kadına ithaf ediyor ve buradan da uyarıyorum.
Bana bak yelloz, ayağını denk al! Sen henüz benim savaş baltalarımı görmedin. Ama sana öyle bir ders vericem ki, sen bile şaşıracaksın! Kiminle dans ettiğinin farkında değilsin güzelim; akıllı ol... Demedi deme...