5 Aralık 2010 Pazar

Facebook’taki Mahalle Baskısı

En yaygın sosyal paylaşım sitelerinden Facebook’ta hesabı bulunan ve aile üyelerinden en az biri “arkadaş” statüsünde ekli kişilerden biriyim ben de. Belki de birçoğunuz gibi... Bir buçuk sene kadar önce, tam da krizin Türkiye’yi teğet geçtiği zamanlarda, şirketten arkadaşlarla vedalaşırken duyduğum “Face’ten görüşürüz” yorumunun fazlalığı üzerine daha fazla direnememiş ve bir hesap sahibi olmuştum. Bir buçuk sene önce katıldığım bu sanal alemde sosyalleşen saadet zincirimdeki halka sayısı eklene eklene 248’e kadar ulaştı. Bunların içinde her kesimden ve her yaştan insan, daha doğrusu her “ben”den izler var. Dolayısıyla minikliğimden ilkokul yıllarıma, lise ve üniversiteden çeşitli işyerlerindeki halime dair merak ettiğiniz her türlü şeyi buradan takip edebilirsiniz. Neredeyse ben bile kendimi buradan takip ediyorum zaten. Başıma bir şey gelse ve ölüm bana uğramak istese, son anlarımda gözümün önünden geçmesini beklediğim film şeridi, çocukluğumdan beri çektirdiğim çoğu dijital fotoğraflarımın facebook hesabımdaki geçit töreni olur herhalde. Tabii hep güzel fotoğraflarımın olduğu bir film şeridi bu. Çünkü hemen herkesin adeta fotomodel olduğunu ispatlamak istediği bir platform gibi Facebook. Çirkin fotoğraflarımıza rastlanması biraz zor. Zira bu platformda olmamızın ve Facebook’un bu kadar popüler olmasının en önemli sebebi de zaten ne kadar “mutlu” olduğumuzu cümle aleme ispat etmek ve buna dair onay ya da yorum almak bence.

Magazin -yani televole-haberlerinin yerel bir uygulaması aslında bizim Facebook’taki halimiz. Yıllarca o şarkıcı senin bu türkücü benim ünlülerin nasıl gülüp eğlendiklerini, nerelerde Ramazan yemeği verip göbek attıklarını, ne güzel evleri olduğunu, hangi ortamlarda kimlerle elele yakalandıklarını gördükten, bir kesimin yaptıklarına, sahip olabildiklerine iç geçirip hayıflandıktan sonra yakınımızdakilerin neler yaptığını, nasıl yaptığını merak eder olduk. Herkes bir adım daha asosyalleşirken, aynı zamanda bir adım daha meraklı oldu. Ve biz de elimize geçen bu, “bizi tanıyan herkese ne kadar mutlu olduğumuzu gösterme, düşman çatlatma” fırsatını tepemezdik; tepmedik de. Ne de olsa tanıdığımız herkes bizi takipteydi; biz de onları.

Facebook, ilk hesap açtığımız zamanlarda, henüz işler dallanıp budaklanmamışken daha eğlenceliydi bence. Her nasıl olduysa Facebook amacından saptı ve ilişkimizi bir şekilde koparttığımız, izini istemeden kaybettiğimiz arkadaşlarımızı bulmaktan çok, zaten etrafımızda olanlarla daha da içiçe olmamıza yol açtı. Artık yöneticilerimiz, patronlarımız, iş arkadaşlarımız kadar anne ve babalarımız, hatta teknolojiyle arası iyi olan dede ve babaannelerimiz de “arkadaşımız”dı ve bir yerden sonra hareket alanımız daraldı. Duvar yazısı olarak seçtiğimiz cümleleri, paylaştığımız fotoğrafları çeşitli süzgeçlerden geçirmeye başladık, buna zorunlu kaldık. Öyle ya, sarhoş fotoğraflarımızın hem ailemiz hem de iş arkadaşlarımız tarafından görülmesi hoş olmayacağı gibi, kiminle nerede olduğumuzu yazdığımızda aile polisinin nefesini ensemizde hissetmemiz an meselesiydi artık.

Sonuçta olan oldu ve arkadaşlar arkadaşları, fotoğraflar fotoğrafları kovaladı. Herkesin hayatı ortaya saçıldı. Gizli diye bir şey yoktu artık. Ve insanların özelinin kalmaması, herkesin her şeyi internette paylaşması, belirli bir kesim üzerinde bir nevi baskı kurmaya başladı. Zira her çevreden insanı arkadaşı olarak profilinde barındıran kimselerden bazıları ailelerinden ya da belki yakın akrabalarından, hatta iş arkadaşlarından gelecek tepkileri öngörmeye çalışarak fikir paylaşır oldular. Nabza göre şerbet vermek gerekiyordu artık. Hava atmak için dünya üzerinde tüm tanıdıklarını arkadaşları arasına “eklemek” artık eskisi kadar iyi bir tercih olarak gözükmüyordu.

İşte tam da bu sırada yepyeni ve farklı bir sosyal paylaşım sitesi olan Twitter, Facebook’un mahalle baskısından bunalan kesiminin imdadına koştu. Uydurma ya da takma bir isimle hesap açmak, istediğin konu hakkında istediğin yorumu yapabilmek, ağız dolusu küfretmek serbestti bu platformda. Hatta küfür etmek Facebook’un aksine, oldukça artı bir puan bile sayılabilirdi.

Twitter denilen sosyal paylaşım sitesinde yapmanız gereken tek şey aklınızdan geçenleri 140 karaktere sığdırmak ve paylaşmak o kadar. Hem de oradaki izleme sistemi sayesinde sevdiğiniz ünlüleri -dünya çapındakiler dahil- takip edebilmeniz ve ne zaman nerede olduklarını, hangi konu hakkında ne düşündüklerini öğrenebilmeniz mümkün. İsterseniz onlara mesaj yazıp düşüncelerinizi paylaşmak da cabası. Ama burada da bir başarı kriteri var; o da kaç takipçinizin olduğu. Yani Facebook’daki beğenilme, yorum alma sayınızın çokluğu şeklinde beliren kriterlerden bu platformda bir adet var ve o da insanların sizi izlemesini sağlamak. Hem bunu yaparken kimliğinizi gizleyebilir, iş arkadaşlarınız ve akrabalarınızdan, anne babanızdan herhangi bir tenkit alma, onlara rezil olma korkunuz olmadan dilediğiniz gibi, özgürce hareket edebilirsiniz. Yani başka bir deyişle Twitter’da sıfır mahalle baskısı var.

Yalnız bu ortamda da gördüğü ilgiyi fazlaca abartıp takipçi sayısının çok olmasını düpedüz başarı kabul eden insanlar türemiş durumda. Ve onların en büyük sorunu da, gönderdikleri güzelim tivitlerin başkaları tarafından çalınması. Zira bu platformda döktürdükleri inciler yüzünden yepyeni bir kavram yaratıldı “dizüstü edebiyatı” diye. Ve bu tivit filozofu arkadaşlarımızın kitapları basılmaya başlandı. Twitter incilerinin kavga konusu olmasına da belki bu yüzden şaşırmamak lazım.

Yakında 140 karakterle yapılan anlatımların gerçek sahibinin kim olduğunu tesbit etmek için davalar açılmaya, yasal hak talep edilmeye başlanırsa hiç şaşırmam. Ne de olsa mahalle baskısından kaçarken ünlü olanlar var artık.

Sindirella, Uyuyan Güzelle büyütülen hatunun öptüğü kurbağaları potansiyel prens, etrafındaki kadınları potansiyel cadı sanması normal değil mi?

Erkek gizli yazışmalarını silince ortadan kaldırdığına inanacak kadar saf, kadın onu çöp kutusunda bile arayıp bulacak kadar zekidir.

3 Aralık 2010 Cuma

Muhteşem Film Av Mevsimi, Herkes Bunu Seyretmeli !

Canlar merhaba,

Sözkonusu filmde oyuncular Cem Yılmaz, Şener Şen, Çetin Tekindor, Melisa Sözen ve yönetmen de Yavuz Turgul olunca koşa koşa gittim bugün Av Mevsimi'ne; çok da iyi ettim !


Cem Yılmaz döktürmüş demek haddini aşmaz, az bile gelebilir. Bir karakter oyuncusu olarak da ne kadar başarılı olduğunu ispatlamış, harika iş çıkarmış. Sesinin güzelliği de cabası !

Şener Şen, Çetin Tekindor her zamanki gibi; enfes ! Melisa Sözen gerçek bir deli kız ;o)
Senaryo güzel, çekimler güzel...

Fazla söze gerek yok. Yerli malı Av Mevsimi; herkes bunu seyretmeli !
Keyifli seyirler!

Makyajsız Demet Akalın’dan korkmam başarımı kıskanıp arkamdan kuyumu kazan iş arkadaşımdan korktuğum kadar

3 Aralık Dünya Engelliler Günü. Unutmayın, bir gün hepimiz engelli olabiliriz. Engellilere daha çok imkan sağlandığı bir Türkiye'ye ulaşmak 21.yyda çok mu zor?

30 Kasım 2010 Salı

Pzt sendromunu atlatıp nasıl salıya ulaştım? Benden daha az paraya bu sendromu benim yerime çekmek isteyen kaç işsiz olduğunu düşünerek !.

Bence işyeri uzun soluklu bir sevgili gibi...

Özellikle iş hayatınızın başındaysanız muhtemelen hemen hemen bütün iş pozisyonları size uygun gibi gözükebilir. Kendinize en uygun olanı bulabilmek için birçok görüşmeye gider, eleme ve tercih yaparsınız. Tıpkı gerçekten sevip birlikte olabileceğimiz kişiyi ararken görüştüğümüz sevgili adayları gibi.

İş başvurusunda bulunduğumuz pozisyon için yaptığımız görüşmelere, özellikle tecrübesiz ve parasız olduğumuz zamanlarda balıklama atlayabilecek durumdayızdır. Sevgilisiz, daha doğrusu sevgisiz, aşka aç olduğumuz dönemlerde de bu böyledir. Yaptığımız iş görüşmelerinde bize anlatılan toz pembe, mükemmel ofis ortamı ve çalışma paketine gözümüz kapalı atlar, durumumuz gözümüzde büyüttüğümüz kadar parlak olmasa da ne kadar iyi bir başlangıç yaptığımıza hem kendimizi, hem de etrafımızdakileri inandırmayı beceririz. Yeni sevgili edinmek de böyledir. Onun ne kadar da “aradığınız adam” olduğuna kendiniz dahil herkesi inandırmak, herkesin onayını almak istersiniz. Zaten yeni sevgili bunun için size son derece destek olur. İlk başlarda size öyle iyi davranır, öyle harika bir insan tablosu çizer ki, dünyanın en iyi sevgilisini bulduğunuzu zanneder, onsuz yapamayacağınızı düşünürsünüz; ta ki cicim ayları denilen gözünüzün kör olduğu dönem geçene kadar.

Durum aslında işyerlerinde de aynıdır. İşe başladığınız ilk birkaç ay sizin için genelde her şey iyi gider. Zira henüz ofistekileri tanımıyor, hatta yapacağınız işin bile tam olarak ne olduğunu bilmiyorsunuzdur. Zamanla insanları tanır, gerçek yüzlerini görür, aslında işlerin ilk başlarda size resmedilen gibi olmadığını, bazı yerlerin eksik, bazılarının yanlış, bazılarınınsa tamamen farklı olduğunu farketmeye başlarsınız. Kendinizi kandırılmış hissetmek artık size pek de uzak değildir. Aynı sevgilinizle yaşadıklarınız gibi...

Cicim ayları süresince size olmadığı bir insan gibi davranan, belki de bambaşka bir profil çizmiş olan sevgili, birlikte geçirilen sürenin artmasıyla maskesini ister istemez düşürecek, gerçek olanı görmenizi kaçınılmaz hale getirecektir. İşyerinde başınıza gelen de budur aslında. Bir şeyi elde etmeden önce içinde bulunulan konum, o işe, sevgiliye ihtiyaç duyduğumuz, daha gözü kapalı olduğumuz dönemler sonradan değişir ister istemez. Ufak pürüzler eskisi gibi görmezden gelinmez, artık gözümüze daha da batar olur.

Problemlerin artması başka iş arayışlarına girmemize, ufak çaplı araştırmalar yapmamıza sebep olur. İlişkilerde de böyledir. Mutlu olmayan insanın gözü kaymaya başlar dışarı. İş fırsatlarını arıyor olduğu zamanlardaki gibidir gözler; fıldır fıldır. Sahip olmadığımız işlerin daha iyi olduğunu düşündüğümüz gibi, sahip olmadığımız adamların da daha iyi olabileceğini düşünmeye başlarız. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür gerçekten. İlişkimiz uzun süreli bir ilişkiye dönüşür, rutine girerse, gözümüz bekarlığa kaçmaya başlar. Çalışmaktansa evde daha fazla zaman geçirmek istemek gibi. Bazen uzun süre bir şirkette çalışıp ayrılamamak gibidir uzun soluklu sevgililer. Sevgili gibidir işyerleri; alışkanlık yapar. Kolay kolay ayrılamaz olursunuz bir müddet sonra. Bir sevgiliden ayrılıp hiç tanımadığınız nice sevgili adayına doğru kendinizi savurmak, bilinmezliğe gitmektir çoğu insan için; zor gelir. Herkesde bir “kendini en baştan başkasına anlatma, her şeye sıfırdan başlama” sıkıntısı baş gösterir. Kabus gibi çöker oturur üzerimize bunun sadece düşüncesi bile. Eh, ne yaparız o zaman? Elimizdekini tutar, bırakmayız. Yetiniriz.

Sevgiliden ayrılmak, istifa etmek gibidir. Yeni iş ya da yeni eş aramak. Aynıdır... Birlikte olmak da, ayrılmak da...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Her B*ku Bilen(!) Biriyle Çalışmak

O, anasının karnından ‘Profesör’ olarak doğmuştur. Yaşınızın ondan büyük, çalışma hayatınızın onunkinden daha uzun olması farketmez; o her hâlükarda sizden çok bilir, daha iyi bilir. En iyisini bilir. Her zaman en doğruyu bilmesi, onu her yaptığı işte başarıya taşır. Hayatı boyunca hiçbir işte ikinci planda kaldığı ya da herhangi bir yarışta ikinci olduğu görülmemiştir. Zira o hep birincidir. Hep liderdir. Her konuda yetenekli, her etkinlikte ilk sıradakidir.



Hep onun dediği olsun, herkes onun sözünü dinlesin ister. Ona muhalefet etmek, yapmak isteyeceğiniz son şeydir, zira dünyayı size dar eder, işi burnunuzdan getirir. O her zaman proje lideridir, asla proje elemanı olamaz. Özgeçmişinde hiçbir yerde “eleman” ya da “uzman” olarak çalışmışlığını göremezsiniz. Zira o işhayatına bile “müdür”, “yönetici” ünvanlarında atılmıştır. Sinir bozucu derecede kalabalık ağzı, herkese edecek bir sözü vardır. Herkes hakkında her istediğini, aklından her geçeni söylemeye çekinmez, kendisi hakkında en ufak bir şey söylenilmesindense hoşlanmaz. Girdiği her münakaşadan mutlaka galip çıkar. Her zaman en son sözü o söyler. Kendi doğrularına sıkı sıkıya yapışmıştır. Her ne kadar modern, geniş görüşlü geçinse, öyle olduğunu savunsa da her konuya at gözlüğüyle bakar, sabit fikrini asla değiştirmez ama sizin fikrinizi değiştirmek için atmadığı takla kalmaz. Her yanlışınızı yüzünüze vurur, her hatanızı düzeltmeye bayılır. “Seni uyarmıştım,” “Ben söylemiştim,” en çok sevdiği cümlelerdir.

Her b*ku bilen biriyle çalışmak, akıntıya karşı kürek çekmek gibidir.

Ve bu kişilerden biri de ne yazık ki benim çok bilmiş patronumdur.

Sevgili Öğretmenlerimizin Günü Kutlu Olsun !

Açık sözlü düşman, ikiyüzlü dosttan iyidir

22 Kasım 2010 Pazartesi

Bekar Olduğumuz İçin mi Çok Çalışıyoruz, Çok Çalıştığımız için mi Bekar Kaldık?

Herkes kendince çok çalışır. Ben, mesai saati boyunca kılını kıpırdatmayan devlet memurlarının bile çok çalışmaktan yakındıklarına tanık oldum çalışma hayatım boyunca. Hiçkimse az çalıştığını kabul etmez nedense, edemez. Belki de o kadar objektif olması beklenemez, kim bilir... Performans değerlendirme zamanlarında herkes terfi bekler, ne kadar iyi çalıştığından dem vurur...


Ama bir de benim gibiler vardır; hani hayatı işyerinde geçen, canı çıkan –belki de kendi kendine canını çıkaran- . Bunu söylememin nedeni kendimi övmek değil asla; lütfen samimiyetime inanın. Aslında belirtmek istediğim bir tespit daha çok; kendime dair, benim gibilere dair...

Geçenlerde birkaç saniyeliğine etrafıma baktım onca koşuşturmanın sonunda. Gerçi bu koşuşturma çoğu insan için bitmiş, hemen herkes büyük ihtimalle çoktan evine varmıştı bile ama ben hâlâ ofisteydim hemen her gün olduğu gibi... Şöyle bir etrafıma bakındım ve orada bulunanların içinde, ‘benim gibilerin’ sayısının fazlalığı dikkatimi çekti hemen; ona değinmek istiyorum.

İş hayatında olan, yirmili yaşlarının sonunda, otuzlu, kırklı yıllarının içinde olan dişi bir çoğunluk. Bu çoğunluk ne hikmetse iyi üniversitelerden mezun olmuş, genelde en az bir yabancı dil bilen, iyi pozisyonlarda, iyi maaşla çalışan, oldukça sosyal ama ‘bekar’ insanlar. Belki siz bizi, kız kurusu ya da evde kalmış diye nitelemek istersiniz; paşa gönlünüz bilir bizim için farketmez çünkü bunu gerçekten umursamayız. Hayatımızda yaptığımız her şeyin en iyisini yapmaya çalıştığımızdan olsa gerek, yapacağımız evliliğin de okuduğumuz romanlardaki ve seyrettiğimiz filmlerdeki ‘mutlu son’lara benzemesini isteriz –aslında herkesin istediğinden fazla değil belki de – Sorun şudur ki, üniversite zamanlarında ve sonralarında gerçek prensimizi bulabilmek için birkaç kurbağa öpmüşlüğümüz ve aslında birazcık da üzülmüşlüğümüz vardır. Ve her ne kadar hayatımızın erkeğini arayışımızdan hiçbir zaman tam olarak vazgeçmesek de, biraz ‘ağırdan almaya’ başlamışızdır bir şekilde bu işleri. Ve bir sığınak buluvermişizdir tam karşımızda. İş hayatı!


Her zaman ayaklarımızın üstünde durmamız gerektiğini düşünüp öyle hareket ettiğimizden, büyük ihtimalle balıklama atladık çoğumuz iş hayatına. Çalıştık, çalıştık, çalıştık durup dinlenmeden, ağlanıp sızlanmadan... Tecrübesiz damgası yememek, verilen işleri en iyi şekilde yapıp teslim etmek, işlerin nasıl yürüdüğünü hemencecik kapıvermek için. Çokça çalışmayı huy edinirken bir yandan da örümcek kafalı, teknolojiden ve insan ilişkilerinden bihaber amirlerimize tahammül etmeyi, hatta zaman zaman onları görmezden gelmeyi öğrendik. Onlar, her ne kadar öyle gözükmemeye çalışsalar da her fırsatta ellerinden geleni ardlarına koymayarak yollarımıza taşlar döşeyip bize tuzaklar kurmuş olanlardı; yine de umursamadık. Bizden korkuyor olmalarına verdik yaptıkları aciz girişimleri. Tabir yerindeyse arkadan gümbür gümbür bir gençlik geliyordu; bizden korkmaları normaldi. Bıkıp usanmadan çalışmaya devam ettik. Sonra bir baktık, aslında sosyaliz, etrafımızda birçok arkadaşımız var ama, bizim onları gördüğümüz, onlarla vakit geçirdiğimiz yok. Çünkü hayatımız iş, işimiz de her şeyimiz olmuş. O kadar çok çalışıyor, yaşadığımız şehrin karmaşasında o kadar yoruluyoruz ki, arada bir kendimize zaman ayırabileceksek bile, o kısıtlı zaman diliminde de eski arkadaşlarımızı bile göremiyoruz bırakın yeni bir çevre yapmayı ya da erkek arkadaş edinmeyi. Tek yaptığımız sabahın bir körü yollara düşmek, çalışıp, yorulup gecenin bir körü eve geri dönmek. Arada bir film seyredip birkaç satır kitap okuyabilirsek ne mutlu bize.

Şimdi benim gibi ‘çalışan bekarlara’ sesleniyorum: Siz söyleyin bakalım; çok çalıştığımız için mi bekar kaldık, bekar kaldığımız için mi çok çalışmaya devam ediyoruz? Ben işin içinden çıkamadım.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Bayramda Tatile Gidememişlere... Şehri Terk Etmemişlere Özel... Ofise Dönüş...

Eveeet, bayram dönüşü ofisin nasıl olacağına dair bazı öngörülerde bulunacağım izninizle...

Öncelikle büyük ama gerçekten büyük bir çoğunluk bu Kurban Bayramı’nda, ‘özellikle’ her tv açtığında kendini kesmiş kasap, kaçmış angusları kovalayan angut, en son savaşlarda kan gölüne dönmüş denizlerimizin kurban kanına bürünmüş manzaraları ya da ne biliim çöpünü boşaltmak için açtığı çöp konteynırlarında dana ya da koç başı ile karşılaşmamak için mutlaka yurtdışına gitmiş olacak. Ki siz bunları özellikle facebook’tan takip etmiş olacaksınız. Zira herkes facebook’daki durumunu @New York, @ Maldivler, @Amsterdam şeklinde çoktaaan güncellemiş olacak. Bir kısmı ise (hava atıyor olmamak ama inceden inceye de nerede olduğunun herkes tarafından bilinmesini istemek ikileminde sıkışmış olanlar) facebook durumlarına biraz gizemli mesajlar bırakıp soru sorulmasını gerektiren kıvamda yazmış olacaklar... Sanki amaçları hiç ama hiç bunu belli etmek değilmiş de, eh madem sordunuz cevaplayayım şeklinde bir durum oluşturmak için...

Diğer bir kısım yurt içinde bir yerlere gitmiş ama mutlaka ‘gitmiş olacak’; İstanbul dışına çıkmış olacak. Hiçkimse şairin dediği gibi ‘İstanbul’u dinlememiş olacak gözleri kapalı’... Her fırsatta dünyanın en sevdiği şehrinde oturduğunu söyleyerek İstanbul’dan başka yerde nefes alamayacağını dile getirenler, arkalarına bakmadan İstanbul’dan kaçmış olacaklar... Bir yandan ‘nerde o eski bayramlar’ diye ağlanıp, diğer yandan ana babalarının elini öpmeye bile fırsat bulamayanlar olacak bunlar... Normal zamanlarda hep bu şehrin koşturmacasında olduklarından kendilerini haklı görecekler hem de. ‘Hepimiz tatil için yaşıyoruz’ sloganını doğrulayarak...

Bu iki gruptan insan çokça olacak ofise döndüğünüzde... Aklınızda bulunsun...

Oysa eminim aranızda benim gibi, tatilde İstanbul’u beklemiş olanlarınız olacak. Yazık size, yazık bize kıvamındakiler... Diğer iki grup ofiste size yaptıkları tatili anlatmak için yanıp tutuşurken sizin nereye gittiğinizi sorup “Bir yere gitmedim; İstanbul’da aile saadeti yapıp dinlendim,” cevabını alınca sizi teselli etmek istermişçesine “En iyisini yapmışsın aslında. Tatil dediğin de yorgunluk oluyor biliyor musun? Kaç saatlik uykuyla geldim işe,” diyerek güya sizi teselli edecekler sinirinizi bozduklarını bilmiyormuş gibi yaparak... Çünkü bu iki grup birbirleriyle girmiş oldukları ‘tatilde en cool, en güzel, en gezilesi’ yerde olma yarışını kazanmak ve ‘Kurban Bayramı tatilini en iyi şekilde geçirmiş çalışan kişi plaketi’ni almaya hak kazanmak için hikayelerini, fotolarını, başlarından geçen harika olayları, gittikleri yerleri, yedikleri şeyleri sizinle paylaşıp, jüri üyesi siz olduğunuz için sizden bir onay bekleyecekler. Hiçbir yere gitmeyen zavallı olarak tarafsız sahada olduğunuzdan... Ve siz de, biraz kıskançlık, biraz içerleme ve biraz da dürüstçe şöyle diyeceksiniz : “Hiçbir yere gidemedim; Allah benim belamı versin. Ama İstanbul’u daha sakin olduğu zamanlarda gezmek gibisi yok.”

13 Kasım 2010 Cumartesi

Ateş Olsan Cürmün Kadar Yer Yakarsın Patron !

Nasıl olsun işte? Yoğun, bayram tatili neşesi içinde geçmesi gerekirken patron sayesinde biraz da zehir olan, vasat bir gündü... Ama eve dönme faslı bu bayram trafiğinde tam bir işkenceydi desem yeridir herhalde :o(

Benim Ulu Manitu daha ofise adımını atar atmaz bağrınmaya başladı bugün. Aslında tatile de çıkacaktı –hatta şu an yolda- ama tersinden mi kalktı ne –her zamanki gibi-. Neymiş efendim, sabah tartılmışmış da, kilo almışmış da, kadın (evin temizliğini yapan, yemek pişiren kişi) tüm uyarılarına rağmen hâlâ kalori hesabı yapmadan pişiriyormuş yemekleri de... Hep aynı terane; yine bir şeylere canı sıklımış besbelli; hıncını benden çıkarıyor! Yuh yani ! Hatun neredeyse kendi aldığı kiloların cezasını bile başkasına, yani BANA kesecek, pes! Bense tüm bu bağrış çağrışa karşılık "Banane senin kilolarındaaaaaaaannn!!!" diye avazım çıktığı kadar bağırmak, "Ben mi yutuyorum acaba her akşamüstü ofise sipariş ettirdiğin tatlıları... Sabahları ben mi yiyorum yağlı yağlı poğaçaları... Hem, kaç kere söyledik sana içkinin kalorisi çoktur diye ama dinleyen nerdeeeee!" şeklinde bir çıkış yapıvermek için yanıp tutuşsam da, “sıkıyorsa söyle” durumum sözkonusu. Kusura bakmayın ama amiyane tabiriyle G*t ister valla! Tepkim hemen bir emir eri tavırları eşliğinde dökülüyor dudaklarımdan... Tam bir “itilmiş” gibi: "Ben hemen Fatmayla konuşur durumu kontrol altına alırım efendim," diyorum. Tabii içten içe de bu şekilde bir yanıt verdiğim için kendimden nefret ederek ve içten içe çıkıp da onu görmeyeceğim şu uzuuun bayram tatilini düşünüp en derininden nefesler alarak…

Geçen sabah işe giderken sevgili Geveze sayıyordu zor insan tiplerini... Benim patron Geveze’nin bahsettiği hemen her kategoriye giriyordu ama, beni en zorlayan, daha doğrusu en zoruma giden, sanırım kendimi ezik hissettirmesi... Bana bu şekilde davrandığında daha fazla nefret ediyorum ondan.

Ne güzel olurdu aslında bu Ulu Manitu dediğim Arzu isimli cadı yine böyle bir bağırma krizine tutulduğunda, onu hiç dinlemeyip kesonumdan çantamı alarak aniden ofis kapısına yönelsem… Sakin sakin çıksam... Ve bu adımlar insanlık için küçük, ama benim için büyük adımlar olsa... Hatta madem bu bir hayal, bununla da kalmasam... Arkamdan seslense: "Heeeyyy! Nereye gidiyorsun çabuk buraya geri dön!" diye... Ve ben, huşû içinde, ağır çekimde arkama dönüp... "Eşşşşeğin ..." diyerek başlasam ve bu güzelim üç noktanın yerini gerçek anlamda dolu dolu doldurarak ağız dolusu küfrederek bitirsem cümlemi... Tamam kabul ediyorum bu kısımda biraz fazla ileri gitmiş, hatta çok çok ayıp etmiş bile olabilirim; bunlar bir hatunun söyleyeceği sözler değil haklısınız. Ama n'apiim; Allah biliyor içimden geçeni, kuldan mı saklıycam? Benim de hayalim bu işte. Hem bence sonuna kadar da hakediyor hayalimdekileri…

Aranızda hatun patronlarla çalışanlarınız bu tipleri iyi bilir. Bana hak vereceklerdir; inanın bence hatun patron, erkek patrondan çok daha beter. “Bizimle” çalışmak çok zor!... Kaçınızın patronu sert, ters, uyuz, kıl bilmiyorum... Ama benim Ulu Manitu her günümü rezil etmeyi pek iyi beceriyor sağolsun. Paraya ihtiyacım olmasa bir dakika durur muyum ben orada acaba ama, gel gör ki maddi durum içler acısı. Her ayın ilk gününden -hatta belki henüz maaşım hesabıma yatırılmadan- zaten nerelere harcanacağı belli! Eh, gel de sıkıyorsa bas git bakalım!
İşimiz gereği hepimiz çekeriz böylelerini arada bir bile olsa… Patron dediğimiz yükseklerde uçan kartalların çoğu, bize işte o uçtukları yerlerden, tepeden bakar, kendilerini bir matah zannederler. Aslında bilmezler ki sadece business kartında yazdığı kadardır bu dünyada edinebildikleri yer. Ateş olsalar cürümleri kadar bile yer yakamazlar ama, neylersin…

Herkese iyi tatiller !

10 Kasım 2010 Çarşamba

Kır K*çını Çalışmana Bak

Ben galiba başka bir çıkar yolum olmadığından koşulsuz şartsız bir kabullenme ile iş hayatıma devam ediyorum. Her ne kadar bunu pek dillendirmek istemesem de gerçek şu: Sevmiyorum çalışmayı. Ya da belki tümden çalışma hayatı değil sevmediğim; yaptığım iş. Şu hani başkalarının ağız kokusunu çekmek durumu belki benim ağrıma gitmeye başlayan... Yaşlanıyor muyum nedir? Ama henüz bu tarz bir lüksüm yok. Yani çalışma hayatına, sonsuza dek okkalı bir “Elveda!” çekmek şu an yapılacaklar listemde ilk sırada değil. İstek var tabii ama eyleme dönüştürebilmek imkansız ne yazık ki... İdeal olanı yapmak karın doyurmuyor. Aç bir idealist olarak da pek işe yaramam çünkü bence..

İş hayatına atılmak bir belirsizlikti benim için. Yani hiç tahmin etmemiştim bunun bir seçim olduğunu, bilmiyordum, farketmemiştim. Ne tarz bir iş beni mutlu eder... Ne yaparsam işe yaradığımı hissederim... Huzurlu olurum... Her sabah işe giderken yüzüm güler...

Eve gelince hâlâ kendime ayıracak zamanım ve enerjim olur sanıyordum. Yani bunlar da iş gibi, işin kendisi gibi ‘çalışma hayatı paketi’yle birlikte bana teslim edilecek diye düşünüyordum. Daha doğrusu bunları hiç düşünmemişim; ne yazık... Beni ne mutlu eder... Hangi iş bana göre... Ofis hayatı mı güzel... Ofiste rakamlarla haşır neşir olmak mı yoksa çizim yapmak mı... Ya da ne bileyim açık havada çalışmak belki? Belki araba tepesinde tüm gün o müşteri senin, bu müşteri benim gezmek... Belki şarkı söylemek akşamdan akşama... Besteler yapmak... Belki birilerinin saçını kesmek... Birileri için kıyafetler, evler tasarlamak... Bir enstrüman çalmak olabilir? Ya da kitap yazmak, resim yapmak? Dünyayı gezmek ya da gezenlere rehberlik yapmak... Şimdi olduğum yaşta, bulunduğum konumda, bu tecrübeler ve bu yaşanmışlıklarla bunların hepsine daha net, daha objektif bir açıdan bakabiliyorum şimdi. Ama bunların hiçbirinin farkında değildim inanın. Tamamen şans eseri bir yerlerde, kendimin değil, başka birilerinin benim uygun olduğumu düşündüğü işe başlayarak... Sonra orada sevmeden, daha doğru kelimelerle nefret ede ede, belirli bir süre çalışmak. Başlarken imza attırılan ‘sözleşme’ nedeniyle, o zamanki tecrübesizlik ve korkaklıkla çekip gidememek... Belirli kandırmacalar, “Seni ilk fırsatta terfi ettiricez, bu şekilde çalışmaya devam et; harikasın” yalanlarına, şaklabanlıklarına, sırt sıvazlamalarına göz yumarak... Yıllar geçtikçe, “Başka şirketlerde durum sanki daha mı iyi?” diye kendini kandırıp memur zihniyetine iyice bürünüp bir sabah uyandığında işinden ne kadar nefret ettiğini farkederek... Yıllar sonra bir cesaret toparlanıp istifa etmek ama sudan çıkmış balık gibi olmak, kendini toparlamak için zaman harcamak. Yine ayakların üstünde dimdik... Sonra bu durumdan... Belki de yorulmak...

Benim dönemim çocukların büyük sınavlara hazırlandığı zamanların başlarıydı. Bizim zamanımızda patladı bu Anadolu Liseleri, Fen Liseleri, Üniversite sınavları... İlk bizlerdik ‘yarış atı’ diye nitelendirilenler. O zamanlarda bizim bakış açımız da, branşımızla ilgili puanı en yüksek okulu kazanmak, en tepedekini değilse bile, puan sıralamasına göre yukarılarda bir yere kapağı atmaktı. Yani tek hedef gerekli puanı almaktı o kadar. Oradan mezun olanlar ne iş yapar, ne yer ne içer, hayatını kazanması kolay olur mu, bu işi yapmak benim hayalimdeki bir şey mi, evimden daha uzun zaman geçireceğim yer ofis mi olmalı yoksa açık hava mı, gibi o zamana göre abuk subuk sayılabilecek sorular sormak aklımıza bile gelmezdi. Bir şekilde okulu kazanıyor olacaktık, bundan daha ötesi mi vardı sanki? O zamanlar yoktu böyle yaptığın işten memnun olur musun olmaz mısın durumları. Hayattaki idealin bir öğretmen olmak mı yoksa askerlik mi gibi saçmalıklar. Annem de çalışmazdı benim, hiç çalışmamıştı. Ama evde belki de şu an benim işyerinde çalıştığımdan bile fazla çalışıyordu. O zaman çamaşır ve bulaşık makinalarının, fırınların olmadığını, sobalarla ısındığımızı düşününce... Kimse onlara da sormamıştı ki, ‘hayattan beklentilerini’... Yaşıyorduk hepimiz bir şekilde işte. Bir de herhangi bir yerde çalışmaya başlayıp kendi paramızı kendimiz kazanıyor olacaktık; bundan büyük bir özgürlük yoktu ki...

O yüzden belki bunların hiçbirini düşünmeden, eski metodla çalışmaya devam etmek lazım.

Yani: Kır k*çını otur, çalışmana bak işte! Daha ne istiyosun Allah’ından; belanı mı?

8 Kasım 2010 Pazartesi

H&M Görgüsüzlüğü !

Selam Kızlar,

Haftasonu benim patronla bir iş gezisinde olduğumuz için yazamadım bloğuma. Çoğunuz için büyük bir eksiklik olmasa da (!) açıklamamın ardından hemen arayı kapatmak için havaalanından dönüş yolunda benim Ulu Manituyla birlikte uğradığımız Forum İstanbul'da bu haftasonu açılışı yapılmış olan H&M'e dair izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.

Biz yurtdışından bile takip etme imkanı bulduk internet gazetelerindeki haberler sayesinde... Belki çoğunuz da aynı haberleri görmüştür bu bahsi geçen markanın VIP açılışında nasıl bir izdiham ve rezalet yaşandığını... Şahsen benim de yurtdışında alışveriş yaptığım bir markadır H&M ama hiçbir zaman şimdi sizlerle aşağıda paylaşacağım görüntülere yurtdışında tanık olmadım. İşte çektiğim fotolar :





Sanki hiç alışveriş yapmamışız şimdiye kadar... Sanki bu marka Türkiye'ye gelmese nefes alamayacakmışız, g*tümüze geçirecek don bile bulamayacakmışız gibi bir saldırı benim gördüğüm... Hatta donları bile paylaşamamışız, onları da yerlere saçmışız. Ne de olsa arkamızı toplayacak zavallılar var orada çalışan!.. Sanki bu marka ülkemize gelmeden önce çıplak geziyormuşuz! Bedava dağıtıyorlar, dahası sanki savaş zamanlarındayız, kıtlık var ve bize burada bedava aş dağıtılıyor gibi bir görüntü! Öyle hınca hınç dolu içerisi... Her iki katı da... Kasalarda görevli zavallılar paket yapmaya, ödeme almaya yetişemiyor, hatta o aceleyle bazı alarmları da kimi kıyafetlerin üstünden çıkarmayı unutup, milletin, mağaza çıkışında bas bas bağrınan alarmlar sayesinde rezil olmasına neden oluyorlar! Oysa haklılar, zira her bir torbada bir tane malzeme yok alınan; her bir torba ağzına kadar dolu! Yemin ederim taşımakta zorlananlarını gördüm! Zaten daha sonrasında benim Ulu Manituyla oturup gördüğümüz manzarayı sindirmeye çalıştığımız Starbucks'ta da farkettik ki, elinde H&M torbası olmayanı dövüyorlar! Zira elinde bu markanın, ağzından içindekiler fışkıracak kadar dolu torbalarından taşımayan bir Allah'ın kulu hatuna rastlayamıyoruz... Bu arada durumun vahimliğini göstermek için burada bir de, Forum İstanbul'un mini caddelerinden birinin, (H&M'in tam önünden geçen) bomboş olduğunu, inlerin ve cinlerin burada halı saha maçı yaptığı fotosunu koydum ki, herkesin tek bir mağazaya doluşmuş olduğu daha da anlaşılabilsin. Gördüğünüz gibi mağaza içi fotoğraflarda herkes elindekilerle, upuzun kuyruklarda, aldıklarının parasını ödemek için bekliyor!

Ben anlamadım nedir bu...

5 Kasım 2010 Cuma

New York’ta Beş Minare... Gittim, gördüm, yazdım...

Ben biraz yanılmışım sanki... Daha fazla aksiyon bekliyordum... Zira gerek fragmanlardan, gerek Ömür Gedik’in gazetesindeki köşesinde bahsettiklerinden yola çıkarak, “daha bir aksiyon” filmi zannetmiştim New York’ta Beş Minare’yi. Belki de benim hatam...

Haaaa, aksiyon yok mu var? Benim beklediğimden “daha az” aksiyon olması kötü mü? Haaşaa!

Ben filmi oldukça beğendim. Konu gayet güzel. Mahsunca bir konu yani. Türkiye’nin kanayan yaralarından birine parmak basmış yine; mesaj da yerine gitmiş.

Haluk Bilginer devleşmiş, Mustafa Sandal ise hayatını şarkıcı olarak değil de sinema oyuncusu olarak idame ettirse aç kalmayacağını ispat etmiş. (Hatta şahsi fikrim kendisinin sadece beste yapması ama şarkı söylememesidir) Yine sinema eleştirmeni Ömür Gedik’in yorumlarından yola çıkarak pek beğendiğim, kendisine hasta, kız arkadaşına uyuz olduğum, çok sevgili Engin Altan Düzyatan (valla ismi de biraz porno yıldızı ismi gibi ama) ın performansına gelecek olursak... Ömür Hanım kendisinin gerek İngilizcesi, gerekse duruşu itibariyle yabancı izleyenlerin dikkatini çekeceğini belirtmiş... Belki ayıp olacak ama bence halt etmiş. Zira Engin, her ne kadar enfes bir adam, gerçekten iyi iş çıkaran bir aktör olsa da, bu filmde bu kadar övülecek bir iş yaptığını sanmıyorum; şahsen yani... Gerçi, bir sinema eleştirmeni ile aşık atmak benim haddime değil; ona da haaşaa!!! Ama iyi bir sinema izleyicisi olarak kanaatim budur. Adamın bu şekilde ballandırılacak bir durumu bile sözkonusu değil ki filmde... Mahsun, nev-i şahsına münhasır yine. Amerikalı aktörlerin hepsini (Robert Patrick, Danny Glover...) daha önce izlediniz; boşuna kime benzettiğinizi bulmaya çalışmayın. Zira onlar birilerine benzemiyor, o benzediğini düşündüğünüz aktörlerin ta kendileri! Mahsun iyi oyuncular seçmiş. Ben onlarla ilgili de herhangi bir sıkıntı yaşamadım. Bana tek batan, Mustafa’nın bir yaralanma sahnesindeki ufak bir hareketiydi sanırım. Onun haricinde film gayet güzeldi ama belki bazı detaylar farklı işlenebilirdi. Yani filmin sonunu bozmamak, daha çarpıcı yapmak için bazı noktalarda biraz fazla gizem uygulamışlar. Belki konuyu farklı işleyebilirlerdi; bilemiyorum.

Her zaman söylerim “Gidin, kendiniz görün; kendi yorumunuzu kendiniz yapın!”. Her zaman en iyisi budur.

İyi seyirler!