30 Kasım 2010 Salı

Pzt sendromunu atlatıp nasıl salıya ulaştım? Benden daha az paraya bu sendromu benim yerime çekmek isteyen kaç işsiz olduğunu düşünerek !.

Bence işyeri uzun soluklu bir sevgili gibi...

Özellikle iş hayatınızın başındaysanız muhtemelen hemen hemen bütün iş pozisyonları size uygun gibi gözükebilir. Kendinize en uygun olanı bulabilmek için birçok görüşmeye gider, eleme ve tercih yaparsınız. Tıpkı gerçekten sevip birlikte olabileceğimiz kişiyi ararken görüştüğümüz sevgili adayları gibi.

İş başvurusunda bulunduğumuz pozisyon için yaptığımız görüşmelere, özellikle tecrübesiz ve parasız olduğumuz zamanlarda balıklama atlayabilecek durumdayızdır. Sevgilisiz, daha doğrusu sevgisiz, aşka aç olduğumuz dönemlerde de bu böyledir. Yaptığımız iş görüşmelerinde bize anlatılan toz pembe, mükemmel ofis ortamı ve çalışma paketine gözümüz kapalı atlar, durumumuz gözümüzde büyüttüğümüz kadar parlak olmasa da ne kadar iyi bir başlangıç yaptığımıza hem kendimizi, hem de etrafımızdakileri inandırmayı beceririz. Yeni sevgili edinmek de böyledir. Onun ne kadar da “aradığınız adam” olduğuna kendiniz dahil herkesi inandırmak, herkesin onayını almak istersiniz. Zaten yeni sevgili bunun için size son derece destek olur. İlk başlarda size öyle iyi davranır, öyle harika bir insan tablosu çizer ki, dünyanın en iyi sevgilisini bulduğunuzu zanneder, onsuz yapamayacağınızı düşünürsünüz; ta ki cicim ayları denilen gözünüzün kör olduğu dönem geçene kadar.

Durum aslında işyerlerinde de aynıdır. İşe başladığınız ilk birkaç ay sizin için genelde her şey iyi gider. Zira henüz ofistekileri tanımıyor, hatta yapacağınız işin bile tam olarak ne olduğunu bilmiyorsunuzdur. Zamanla insanları tanır, gerçek yüzlerini görür, aslında işlerin ilk başlarda size resmedilen gibi olmadığını, bazı yerlerin eksik, bazılarının yanlış, bazılarınınsa tamamen farklı olduğunu farketmeye başlarsınız. Kendinizi kandırılmış hissetmek artık size pek de uzak değildir. Aynı sevgilinizle yaşadıklarınız gibi...

Cicim ayları süresince size olmadığı bir insan gibi davranan, belki de bambaşka bir profil çizmiş olan sevgili, birlikte geçirilen sürenin artmasıyla maskesini ister istemez düşürecek, gerçek olanı görmenizi kaçınılmaz hale getirecektir. İşyerinde başınıza gelen de budur aslında. Bir şeyi elde etmeden önce içinde bulunulan konum, o işe, sevgiliye ihtiyaç duyduğumuz, daha gözü kapalı olduğumuz dönemler sonradan değişir ister istemez. Ufak pürüzler eskisi gibi görmezden gelinmez, artık gözümüze daha da batar olur.

Problemlerin artması başka iş arayışlarına girmemize, ufak çaplı araştırmalar yapmamıza sebep olur. İlişkilerde de böyledir. Mutlu olmayan insanın gözü kaymaya başlar dışarı. İş fırsatlarını arıyor olduğu zamanlardaki gibidir gözler; fıldır fıldır. Sahip olmadığımız işlerin daha iyi olduğunu düşündüğümüz gibi, sahip olmadığımız adamların da daha iyi olabileceğini düşünmeye başlarız. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür gerçekten. İlişkimiz uzun süreli bir ilişkiye dönüşür, rutine girerse, gözümüz bekarlığa kaçmaya başlar. Çalışmaktansa evde daha fazla zaman geçirmek istemek gibi. Bazen uzun süre bir şirkette çalışıp ayrılamamak gibidir uzun soluklu sevgililer. Sevgili gibidir işyerleri; alışkanlık yapar. Kolay kolay ayrılamaz olursunuz bir müddet sonra. Bir sevgiliden ayrılıp hiç tanımadığınız nice sevgili adayına doğru kendinizi savurmak, bilinmezliğe gitmektir çoğu insan için; zor gelir. Herkesde bir “kendini en baştan başkasına anlatma, her şeye sıfırdan başlama” sıkıntısı baş gösterir. Kabus gibi çöker oturur üzerimize bunun sadece düşüncesi bile. Eh, ne yaparız o zaman? Elimizdekini tutar, bırakmayız. Yetiniriz.

Sevgiliden ayrılmak, istifa etmek gibidir. Yeni iş ya da yeni eş aramak. Aynıdır... Birlikte olmak da, ayrılmak da...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Her B*ku Bilen(!) Biriyle Çalışmak

O, anasının karnından ‘Profesör’ olarak doğmuştur. Yaşınızın ondan büyük, çalışma hayatınızın onunkinden daha uzun olması farketmez; o her hâlükarda sizden çok bilir, daha iyi bilir. En iyisini bilir. Her zaman en doğruyu bilmesi, onu her yaptığı işte başarıya taşır. Hayatı boyunca hiçbir işte ikinci planda kaldığı ya da herhangi bir yarışta ikinci olduğu görülmemiştir. Zira o hep birincidir. Hep liderdir. Her konuda yetenekli, her etkinlikte ilk sıradakidir.



Hep onun dediği olsun, herkes onun sözünü dinlesin ister. Ona muhalefet etmek, yapmak isteyeceğiniz son şeydir, zira dünyayı size dar eder, işi burnunuzdan getirir. O her zaman proje lideridir, asla proje elemanı olamaz. Özgeçmişinde hiçbir yerde “eleman” ya da “uzman” olarak çalışmışlığını göremezsiniz. Zira o işhayatına bile “müdür”, “yönetici” ünvanlarında atılmıştır. Sinir bozucu derecede kalabalık ağzı, herkese edecek bir sözü vardır. Herkes hakkında her istediğini, aklından her geçeni söylemeye çekinmez, kendisi hakkında en ufak bir şey söylenilmesindense hoşlanmaz. Girdiği her münakaşadan mutlaka galip çıkar. Her zaman en son sözü o söyler. Kendi doğrularına sıkı sıkıya yapışmıştır. Her ne kadar modern, geniş görüşlü geçinse, öyle olduğunu savunsa da her konuya at gözlüğüyle bakar, sabit fikrini asla değiştirmez ama sizin fikrinizi değiştirmek için atmadığı takla kalmaz. Her yanlışınızı yüzünüze vurur, her hatanızı düzeltmeye bayılır. “Seni uyarmıştım,” “Ben söylemiştim,” en çok sevdiği cümlelerdir.

Her b*ku bilen biriyle çalışmak, akıntıya karşı kürek çekmek gibidir.

Ve bu kişilerden biri de ne yazık ki benim çok bilmiş patronumdur.

Sevgili Öğretmenlerimizin Günü Kutlu Olsun !

Açık sözlü düşman, ikiyüzlü dosttan iyidir

22 Kasım 2010 Pazartesi

Bekar Olduğumuz İçin mi Çok Çalışıyoruz, Çok Çalıştığımız için mi Bekar Kaldık?

Herkes kendince çok çalışır. Ben, mesai saati boyunca kılını kıpırdatmayan devlet memurlarının bile çok çalışmaktan yakındıklarına tanık oldum çalışma hayatım boyunca. Hiçkimse az çalıştığını kabul etmez nedense, edemez. Belki de o kadar objektif olması beklenemez, kim bilir... Performans değerlendirme zamanlarında herkes terfi bekler, ne kadar iyi çalıştığından dem vurur...


Ama bir de benim gibiler vardır; hani hayatı işyerinde geçen, canı çıkan –belki de kendi kendine canını çıkaran- . Bunu söylememin nedeni kendimi övmek değil asla; lütfen samimiyetime inanın. Aslında belirtmek istediğim bir tespit daha çok; kendime dair, benim gibilere dair...

Geçenlerde birkaç saniyeliğine etrafıma baktım onca koşuşturmanın sonunda. Gerçi bu koşuşturma çoğu insan için bitmiş, hemen herkes büyük ihtimalle çoktan evine varmıştı bile ama ben hâlâ ofisteydim hemen her gün olduğu gibi... Şöyle bir etrafıma bakındım ve orada bulunanların içinde, ‘benim gibilerin’ sayısının fazlalığı dikkatimi çekti hemen; ona değinmek istiyorum.

İş hayatında olan, yirmili yaşlarının sonunda, otuzlu, kırklı yıllarının içinde olan dişi bir çoğunluk. Bu çoğunluk ne hikmetse iyi üniversitelerden mezun olmuş, genelde en az bir yabancı dil bilen, iyi pozisyonlarda, iyi maaşla çalışan, oldukça sosyal ama ‘bekar’ insanlar. Belki siz bizi, kız kurusu ya da evde kalmış diye nitelemek istersiniz; paşa gönlünüz bilir bizim için farketmez çünkü bunu gerçekten umursamayız. Hayatımızda yaptığımız her şeyin en iyisini yapmaya çalıştığımızdan olsa gerek, yapacağımız evliliğin de okuduğumuz romanlardaki ve seyrettiğimiz filmlerdeki ‘mutlu son’lara benzemesini isteriz –aslında herkesin istediğinden fazla değil belki de – Sorun şudur ki, üniversite zamanlarında ve sonralarında gerçek prensimizi bulabilmek için birkaç kurbağa öpmüşlüğümüz ve aslında birazcık da üzülmüşlüğümüz vardır. Ve her ne kadar hayatımızın erkeğini arayışımızdan hiçbir zaman tam olarak vazgeçmesek de, biraz ‘ağırdan almaya’ başlamışızdır bir şekilde bu işleri. Ve bir sığınak buluvermişizdir tam karşımızda. İş hayatı!


Her zaman ayaklarımızın üstünde durmamız gerektiğini düşünüp öyle hareket ettiğimizden, büyük ihtimalle balıklama atladık çoğumuz iş hayatına. Çalıştık, çalıştık, çalıştık durup dinlenmeden, ağlanıp sızlanmadan... Tecrübesiz damgası yememek, verilen işleri en iyi şekilde yapıp teslim etmek, işlerin nasıl yürüdüğünü hemencecik kapıvermek için. Çokça çalışmayı huy edinirken bir yandan da örümcek kafalı, teknolojiden ve insan ilişkilerinden bihaber amirlerimize tahammül etmeyi, hatta zaman zaman onları görmezden gelmeyi öğrendik. Onlar, her ne kadar öyle gözükmemeye çalışsalar da her fırsatta ellerinden geleni ardlarına koymayarak yollarımıza taşlar döşeyip bize tuzaklar kurmuş olanlardı; yine de umursamadık. Bizden korkuyor olmalarına verdik yaptıkları aciz girişimleri. Tabir yerindeyse arkadan gümbür gümbür bir gençlik geliyordu; bizden korkmaları normaldi. Bıkıp usanmadan çalışmaya devam ettik. Sonra bir baktık, aslında sosyaliz, etrafımızda birçok arkadaşımız var ama, bizim onları gördüğümüz, onlarla vakit geçirdiğimiz yok. Çünkü hayatımız iş, işimiz de her şeyimiz olmuş. O kadar çok çalışıyor, yaşadığımız şehrin karmaşasında o kadar yoruluyoruz ki, arada bir kendimize zaman ayırabileceksek bile, o kısıtlı zaman diliminde de eski arkadaşlarımızı bile göremiyoruz bırakın yeni bir çevre yapmayı ya da erkek arkadaş edinmeyi. Tek yaptığımız sabahın bir körü yollara düşmek, çalışıp, yorulup gecenin bir körü eve geri dönmek. Arada bir film seyredip birkaç satır kitap okuyabilirsek ne mutlu bize.

Şimdi benim gibi ‘çalışan bekarlara’ sesleniyorum: Siz söyleyin bakalım; çok çalıştığımız için mi bekar kaldık, bekar kaldığımız için mi çok çalışmaya devam ediyoruz? Ben işin içinden çıkamadım.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Bayramda Tatile Gidememişlere... Şehri Terk Etmemişlere Özel... Ofise Dönüş...

Eveeet, bayram dönüşü ofisin nasıl olacağına dair bazı öngörülerde bulunacağım izninizle...

Öncelikle büyük ama gerçekten büyük bir çoğunluk bu Kurban Bayramı’nda, ‘özellikle’ her tv açtığında kendini kesmiş kasap, kaçmış angusları kovalayan angut, en son savaşlarda kan gölüne dönmüş denizlerimizin kurban kanına bürünmüş manzaraları ya da ne biliim çöpünü boşaltmak için açtığı çöp konteynırlarında dana ya da koç başı ile karşılaşmamak için mutlaka yurtdışına gitmiş olacak. Ki siz bunları özellikle facebook’tan takip etmiş olacaksınız. Zira herkes facebook’daki durumunu @New York, @ Maldivler, @Amsterdam şeklinde çoktaaan güncellemiş olacak. Bir kısmı ise (hava atıyor olmamak ama inceden inceye de nerede olduğunun herkes tarafından bilinmesini istemek ikileminde sıkışmış olanlar) facebook durumlarına biraz gizemli mesajlar bırakıp soru sorulmasını gerektiren kıvamda yazmış olacaklar... Sanki amaçları hiç ama hiç bunu belli etmek değilmiş de, eh madem sordunuz cevaplayayım şeklinde bir durum oluşturmak için...

Diğer bir kısım yurt içinde bir yerlere gitmiş ama mutlaka ‘gitmiş olacak’; İstanbul dışına çıkmış olacak. Hiçkimse şairin dediği gibi ‘İstanbul’u dinlememiş olacak gözleri kapalı’... Her fırsatta dünyanın en sevdiği şehrinde oturduğunu söyleyerek İstanbul’dan başka yerde nefes alamayacağını dile getirenler, arkalarına bakmadan İstanbul’dan kaçmış olacaklar... Bir yandan ‘nerde o eski bayramlar’ diye ağlanıp, diğer yandan ana babalarının elini öpmeye bile fırsat bulamayanlar olacak bunlar... Normal zamanlarda hep bu şehrin koşturmacasında olduklarından kendilerini haklı görecekler hem de. ‘Hepimiz tatil için yaşıyoruz’ sloganını doğrulayarak...

Bu iki gruptan insan çokça olacak ofise döndüğünüzde... Aklınızda bulunsun...

Oysa eminim aranızda benim gibi, tatilde İstanbul’u beklemiş olanlarınız olacak. Yazık size, yazık bize kıvamındakiler... Diğer iki grup ofiste size yaptıkları tatili anlatmak için yanıp tutuşurken sizin nereye gittiğinizi sorup “Bir yere gitmedim; İstanbul’da aile saadeti yapıp dinlendim,” cevabını alınca sizi teselli etmek istermişçesine “En iyisini yapmışsın aslında. Tatil dediğin de yorgunluk oluyor biliyor musun? Kaç saatlik uykuyla geldim işe,” diyerek güya sizi teselli edecekler sinirinizi bozduklarını bilmiyormuş gibi yaparak... Çünkü bu iki grup birbirleriyle girmiş oldukları ‘tatilde en cool, en güzel, en gezilesi’ yerde olma yarışını kazanmak ve ‘Kurban Bayramı tatilini en iyi şekilde geçirmiş çalışan kişi plaketi’ni almaya hak kazanmak için hikayelerini, fotolarını, başlarından geçen harika olayları, gittikleri yerleri, yedikleri şeyleri sizinle paylaşıp, jüri üyesi siz olduğunuz için sizden bir onay bekleyecekler. Hiçbir yere gitmeyen zavallı olarak tarafsız sahada olduğunuzdan... Ve siz de, biraz kıskançlık, biraz içerleme ve biraz da dürüstçe şöyle diyeceksiniz : “Hiçbir yere gidemedim; Allah benim belamı versin. Ama İstanbul’u daha sakin olduğu zamanlarda gezmek gibisi yok.”

13 Kasım 2010 Cumartesi

Ateş Olsan Cürmün Kadar Yer Yakarsın Patron !

Nasıl olsun işte? Yoğun, bayram tatili neşesi içinde geçmesi gerekirken patron sayesinde biraz da zehir olan, vasat bir gündü... Ama eve dönme faslı bu bayram trafiğinde tam bir işkenceydi desem yeridir herhalde :o(

Benim Ulu Manitu daha ofise adımını atar atmaz bağrınmaya başladı bugün. Aslında tatile de çıkacaktı –hatta şu an yolda- ama tersinden mi kalktı ne –her zamanki gibi-. Neymiş efendim, sabah tartılmışmış da, kilo almışmış da, kadın (evin temizliğini yapan, yemek pişiren kişi) tüm uyarılarına rağmen hâlâ kalori hesabı yapmadan pişiriyormuş yemekleri de... Hep aynı terane; yine bir şeylere canı sıklımış besbelli; hıncını benden çıkarıyor! Yuh yani ! Hatun neredeyse kendi aldığı kiloların cezasını bile başkasına, yani BANA kesecek, pes! Bense tüm bu bağrış çağrışa karşılık "Banane senin kilolarındaaaaaaaannn!!!" diye avazım çıktığı kadar bağırmak, "Ben mi yutuyorum acaba her akşamüstü ofise sipariş ettirdiğin tatlıları... Sabahları ben mi yiyorum yağlı yağlı poğaçaları... Hem, kaç kere söyledik sana içkinin kalorisi çoktur diye ama dinleyen nerdeeeee!" şeklinde bir çıkış yapıvermek için yanıp tutuşsam da, “sıkıyorsa söyle” durumum sözkonusu. Kusura bakmayın ama amiyane tabiriyle G*t ister valla! Tepkim hemen bir emir eri tavırları eşliğinde dökülüyor dudaklarımdan... Tam bir “itilmiş” gibi: "Ben hemen Fatmayla konuşur durumu kontrol altına alırım efendim," diyorum. Tabii içten içe de bu şekilde bir yanıt verdiğim için kendimden nefret ederek ve içten içe çıkıp da onu görmeyeceğim şu uzuuun bayram tatilini düşünüp en derininden nefesler alarak…

Geçen sabah işe giderken sevgili Geveze sayıyordu zor insan tiplerini... Benim patron Geveze’nin bahsettiği hemen her kategoriye giriyordu ama, beni en zorlayan, daha doğrusu en zoruma giden, sanırım kendimi ezik hissettirmesi... Bana bu şekilde davrandığında daha fazla nefret ediyorum ondan.

Ne güzel olurdu aslında bu Ulu Manitu dediğim Arzu isimli cadı yine böyle bir bağırma krizine tutulduğunda, onu hiç dinlemeyip kesonumdan çantamı alarak aniden ofis kapısına yönelsem… Sakin sakin çıksam... Ve bu adımlar insanlık için küçük, ama benim için büyük adımlar olsa... Hatta madem bu bir hayal, bununla da kalmasam... Arkamdan seslense: "Heeeyyy! Nereye gidiyorsun çabuk buraya geri dön!" diye... Ve ben, huşû içinde, ağır çekimde arkama dönüp... "Eşşşşeğin ..." diyerek başlasam ve bu güzelim üç noktanın yerini gerçek anlamda dolu dolu doldurarak ağız dolusu küfrederek bitirsem cümlemi... Tamam kabul ediyorum bu kısımda biraz fazla ileri gitmiş, hatta çok çok ayıp etmiş bile olabilirim; bunlar bir hatunun söyleyeceği sözler değil haklısınız. Ama n'apiim; Allah biliyor içimden geçeni, kuldan mı saklıycam? Benim de hayalim bu işte. Hem bence sonuna kadar da hakediyor hayalimdekileri…

Aranızda hatun patronlarla çalışanlarınız bu tipleri iyi bilir. Bana hak vereceklerdir; inanın bence hatun patron, erkek patrondan çok daha beter. “Bizimle” çalışmak çok zor!... Kaçınızın patronu sert, ters, uyuz, kıl bilmiyorum... Ama benim Ulu Manitu her günümü rezil etmeyi pek iyi beceriyor sağolsun. Paraya ihtiyacım olmasa bir dakika durur muyum ben orada acaba ama, gel gör ki maddi durum içler acısı. Her ayın ilk gününden -hatta belki henüz maaşım hesabıma yatırılmadan- zaten nerelere harcanacağı belli! Eh, gel de sıkıyorsa bas git bakalım!
İşimiz gereği hepimiz çekeriz böylelerini arada bir bile olsa… Patron dediğimiz yükseklerde uçan kartalların çoğu, bize işte o uçtukları yerlerden, tepeden bakar, kendilerini bir matah zannederler. Aslında bilmezler ki sadece business kartında yazdığı kadardır bu dünyada edinebildikleri yer. Ateş olsalar cürümleri kadar bile yer yakamazlar ama, neylersin…

Herkese iyi tatiller !

10 Kasım 2010 Çarşamba

Kır K*çını Çalışmana Bak

Ben galiba başka bir çıkar yolum olmadığından koşulsuz şartsız bir kabullenme ile iş hayatıma devam ediyorum. Her ne kadar bunu pek dillendirmek istemesem de gerçek şu: Sevmiyorum çalışmayı. Ya da belki tümden çalışma hayatı değil sevmediğim; yaptığım iş. Şu hani başkalarının ağız kokusunu çekmek durumu belki benim ağrıma gitmeye başlayan... Yaşlanıyor muyum nedir? Ama henüz bu tarz bir lüksüm yok. Yani çalışma hayatına, sonsuza dek okkalı bir “Elveda!” çekmek şu an yapılacaklar listemde ilk sırada değil. İstek var tabii ama eyleme dönüştürebilmek imkansız ne yazık ki... İdeal olanı yapmak karın doyurmuyor. Aç bir idealist olarak da pek işe yaramam çünkü bence..

İş hayatına atılmak bir belirsizlikti benim için. Yani hiç tahmin etmemiştim bunun bir seçim olduğunu, bilmiyordum, farketmemiştim. Ne tarz bir iş beni mutlu eder... Ne yaparsam işe yaradığımı hissederim... Huzurlu olurum... Her sabah işe giderken yüzüm güler...

Eve gelince hâlâ kendime ayıracak zamanım ve enerjim olur sanıyordum. Yani bunlar da iş gibi, işin kendisi gibi ‘çalışma hayatı paketi’yle birlikte bana teslim edilecek diye düşünüyordum. Daha doğrusu bunları hiç düşünmemişim; ne yazık... Beni ne mutlu eder... Hangi iş bana göre... Ofis hayatı mı güzel... Ofiste rakamlarla haşır neşir olmak mı yoksa çizim yapmak mı... Ya da ne bileyim açık havada çalışmak belki? Belki araba tepesinde tüm gün o müşteri senin, bu müşteri benim gezmek... Belki şarkı söylemek akşamdan akşama... Besteler yapmak... Belki birilerinin saçını kesmek... Birileri için kıyafetler, evler tasarlamak... Bir enstrüman çalmak olabilir? Ya da kitap yazmak, resim yapmak? Dünyayı gezmek ya da gezenlere rehberlik yapmak... Şimdi olduğum yaşta, bulunduğum konumda, bu tecrübeler ve bu yaşanmışlıklarla bunların hepsine daha net, daha objektif bir açıdan bakabiliyorum şimdi. Ama bunların hiçbirinin farkında değildim inanın. Tamamen şans eseri bir yerlerde, kendimin değil, başka birilerinin benim uygun olduğumu düşündüğü işe başlayarak... Sonra orada sevmeden, daha doğru kelimelerle nefret ede ede, belirli bir süre çalışmak. Başlarken imza attırılan ‘sözleşme’ nedeniyle, o zamanki tecrübesizlik ve korkaklıkla çekip gidememek... Belirli kandırmacalar, “Seni ilk fırsatta terfi ettiricez, bu şekilde çalışmaya devam et; harikasın” yalanlarına, şaklabanlıklarına, sırt sıvazlamalarına göz yumarak... Yıllar geçtikçe, “Başka şirketlerde durum sanki daha mı iyi?” diye kendini kandırıp memur zihniyetine iyice bürünüp bir sabah uyandığında işinden ne kadar nefret ettiğini farkederek... Yıllar sonra bir cesaret toparlanıp istifa etmek ama sudan çıkmış balık gibi olmak, kendini toparlamak için zaman harcamak. Yine ayakların üstünde dimdik... Sonra bu durumdan... Belki de yorulmak...

Benim dönemim çocukların büyük sınavlara hazırlandığı zamanların başlarıydı. Bizim zamanımızda patladı bu Anadolu Liseleri, Fen Liseleri, Üniversite sınavları... İlk bizlerdik ‘yarış atı’ diye nitelendirilenler. O zamanlarda bizim bakış açımız da, branşımızla ilgili puanı en yüksek okulu kazanmak, en tepedekini değilse bile, puan sıralamasına göre yukarılarda bir yere kapağı atmaktı. Yani tek hedef gerekli puanı almaktı o kadar. Oradan mezun olanlar ne iş yapar, ne yer ne içer, hayatını kazanması kolay olur mu, bu işi yapmak benim hayalimdeki bir şey mi, evimden daha uzun zaman geçireceğim yer ofis mi olmalı yoksa açık hava mı, gibi o zamana göre abuk subuk sayılabilecek sorular sormak aklımıza bile gelmezdi. Bir şekilde okulu kazanıyor olacaktık, bundan daha ötesi mi vardı sanki? O zamanlar yoktu böyle yaptığın işten memnun olur musun olmaz mısın durumları. Hayattaki idealin bir öğretmen olmak mı yoksa askerlik mi gibi saçmalıklar. Annem de çalışmazdı benim, hiç çalışmamıştı. Ama evde belki de şu an benim işyerinde çalıştığımdan bile fazla çalışıyordu. O zaman çamaşır ve bulaşık makinalarının, fırınların olmadığını, sobalarla ısındığımızı düşününce... Kimse onlara da sormamıştı ki, ‘hayattan beklentilerini’... Yaşıyorduk hepimiz bir şekilde işte. Bir de herhangi bir yerde çalışmaya başlayıp kendi paramızı kendimiz kazanıyor olacaktık; bundan büyük bir özgürlük yoktu ki...

O yüzden belki bunların hiçbirini düşünmeden, eski metodla çalışmaya devam etmek lazım.

Yani: Kır k*çını otur, çalışmana bak işte! Daha ne istiyosun Allah’ından; belanı mı?

8 Kasım 2010 Pazartesi

H&M Görgüsüzlüğü !

Selam Kızlar,

Haftasonu benim patronla bir iş gezisinde olduğumuz için yazamadım bloğuma. Çoğunuz için büyük bir eksiklik olmasa da (!) açıklamamın ardından hemen arayı kapatmak için havaalanından dönüş yolunda benim Ulu Manituyla birlikte uğradığımız Forum İstanbul'da bu haftasonu açılışı yapılmış olan H&M'e dair izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.

Biz yurtdışından bile takip etme imkanı bulduk internet gazetelerindeki haberler sayesinde... Belki çoğunuz da aynı haberleri görmüştür bu bahsi geçen markanın VIP açılışında nasıl bir izdiham ve rezalet yaşandığını... Şahsen benim de yurtdışında alışveriş yaptığım bir markadır H&M ama hiçbir zaman şimdi sizlerle aşağıda paylaşacağım görüntülere yurtdışında tanık olmadım. İşte çektiğim fotolar :





Sanki hiç alışveriş yapmamışız şimdiye kadar... Sanki bu marka Türkiye'ye gelmese nefes alamayacakmışız, g*tümüze geçirecek don bile bulamayacakmışız gibi bir saldırı benim gördüğüm... Hatta donları bile paylaşamamışız, onları da yerlere saçmışız. Ne de olsa arkamızı toplayacak zavallılar var orada çalışan!.. Sanki bu marka ülkemize gelmeden önce çıplak geziyormuşuz! Bedava dağıtıyorlar, dahası sanki savaş zamanlarındayız, kıtlık var ve bize burada bedava aş dağıtılıyor gibi bir görüntü! Öyle hınca hınç dolu içerisi... Her iki katı da... Kasalarda görevli zavallılar paket yapmaya, ödeme almaya yetişemiyor, hatta o aceleyle bazı alarmları da kimi kıyafetlerin üstünden çıkarmayı unutup, milletin, mağaza çıkışında bas bas bağrınan alarmlar sayesinde rezil olmasına neden oluyorlar! Oysa haklılar, zira her bir torbada bir tane malzeme yok alınan; her bir torba ağzına kadar dolu! Yemin ederim taşımakta zorlananlarını gördüm! Zaten daha sonrasında benim Ulu Manituyla oturup gördüğümüz manzarayı sindirmeye çalıştığımız Starbucks'ta da farkettik ki, elinde H&M torbası olmayanı dövüyorlar! Zira elinde bu markanın, ağzından içindekiler fışkıracak kadar dolu torbalarından taşımayan bir Allah'ın kulu hatuna rastlayamıyoruz... Bu arada durumun vahimliğini göstermek için burada bir de, Forum İstanbul'un mini caddelerinden birinin, (H&M'in tam önünden geçen) bomboş olduğunu, inlerin ve cinlerin burada halı saha maçı yaptığı fotosunu koydum ki, herkesin tek bir mağazaya doluşmuş olduğu daha da anlaşılabilsin. Gördüğünüz gibi mağaza içi fotoğraflarda herkes elindekilerle, upuzun kuyruklarda, aldıklarının parasını ödemek için bekliyor!

Ben anlamadım nedir bu...

5 Kasım 2010 Cuma

New York’ta Beş Minare... Gittim, gördüm, yazdım...

Ben biraz yanılmışım sanki... Daha fazla aksiyon bekliyordum... Zira gerek fragmanlardan, gerek Ömür Gedik’in gazetesindeki köşesinde bahsettiklerinden yola çıkarak, “daha bir aksiyon” filmi zannetmiştim New York’ta Beş Minare’yi. Belki de benim hatam...

Haaaa, aksiyon yok mu var? Benim beklediğimden “daha az” aksiyon olması kötü mü? Haaşaa!

Ben filmi oldukça beğendim. Konu gayet güzel. Mahsunca bir konu yani. Türkiye’nin kanayan yaralarından birine parmak basmış yine; mesaj da yerine gitmiş.

Haluk Bilginer devleşmiş, Mustafa Sandal ise hayatını şarkıcı olarak değil de sinema oyuncusu olarak idame ettirse aç kalmayacağını ispat etmiş. (Hatta şahsi fikrim kendisinin sadece beste yapması ama şarkı söylememesidir) Yine sinema eleştirmeni Ömür Gedik’in yorumlarından yola çıkarak pek beğendiğim, kendisine hasta, kız arkadaşına uyuz olduğum, çok sevgili Engin Altan Düzyatan (valla ismi de biraz porno yıldızı ismi gibi ama) ın performansına gelecek olursak... Ömür Hanım kendisinin gerek İngilizcesi, gerekse duruşu itibariyle yabancı izleyenlerin dikkatini çekeceğini belirtmiş... Belki ayıp olacak ama bence halt etmiş. Zira Engin, her ne kadar enfes bir adam, gerçekten iyi iş çıkaran bir aktör olsa da, bu filmde bu kadar övülecek bir iş yaptığını sanmıyorum; şahsen yani... Gerçi, bir sinema eleştirmeni ile aşık atmak benim haddime değil; ona da haaşaa!!! Ama iyi bir sinema izleyicisi olarak kanaatim budur. Adamın bu şekilde ballandırılacak bir durumu bile sözkonusu değil ki filmde... Mahsun, nev-i şahsına münhasır yine. Amerikalı aktörlerin hepsini (Robert Patrick, Danny Glover...) daha önce izlediniz; boşuna kime benzettiğinizi bulmaya çalışmayın. Zira onlar birilerine benzemiyor, o benzediğini düşündüğünüz aktörlerin ta kendileri! Mahsun iyi oyuncular seçmiş. Ben onlarla ilgili de herhangi bir sıkıntı yaşamadım. Bana tek batan, Mustafa’nın bir yaralanma sahnesindeki ufak bir hareketiydi sanırım. Onun haricinde film gayet güzeldi ama belki bazı detaylar farklı işlenebilirdi. Yani filmin sonunu bozmamak, daha çarpıcı yapmak için bazı noktalarda biraz fazla gizem uygulamışlar. Belki konuyu farklı işleyebilirlerdi; bilemiyorum.

Her zaman söylerim “Gidin, kendiniz görün; kendi yorumunuzu kendiniz yapın!”. Her zaman en iyisi budur.

İyi seyirler!

4 Kasım 2010 Perşembe

Hem Zayıflama Yöntemi, Hem de Kafa Güzelliği... Bi Taşla İki Kaz !!!

Medyada yer alan bazı pazarlama taktiklerinden pek hoşlaşmadığımı, belki önceki birkaç yazımdan da anlamışsınızdır. Bence böylesine mükemmel kişilerle yapılan reklamlar gerçekleri yansıtmadığı gibi, dış görünüşle ilgili sorunları olan, mutsuz bir kuşak yetişmesine sebep oldu. Erkekler sevgili/eşlerinden modeller gibi görünmesini bekledikleri, bizler de billboardlarda, magazin dergilerinde gördüğümüz modeller gibi olmaya çalışıp olamadığımız, ya da belki bizden beklenileni karşılayamadığımızı düşündüğümüz için mutsuzuz; yalan mı? Sanki dünya sıfır beden, vücudu muhteşem, saçları harika, enfes insanlarla dolu da, tek çirkin ördek bizmişiz gibi. Fazla yemek yemediğimiz halde, sadece karnımızı doyurduğumuz için bile kendimizi suçlu hisseder olduk. Aç gezmek bir alışkanlık oldu sanki. Şimdi de yeni bir moda çıkmış...

Elma tipli yani göbüşü ayvadan biraz hallice, ya da armut tipli yani poposu büyükçe olanlar... Hamile kalıp kilolarını verememiş, fazla kiloları yüzünden koca/sevgililerini diş karıştırmalık, kürdan kıvamında hatunlara kaptıranlar, size sesleniyorum ! Şimdiye kadar uyguladığınız tüm diyet programlarını bir kenara bırakın. Kibrit kutusu büyüklüğünde beyaz peynirlere, daha önce adını bile duymadığınız meyve/sebzeleri bulmak için market market, dükkan dükkan dolaşmaya son. Bahsedeceğim bu yöntem hem sizi incelticek, hem de tüm gün mutlu mutlu bulutlarda gezmenize yol açacak (mış)... Ne mi yapacaksınız? Bol bol içki içecekmişsiniz o kadar! Bunun adı da “Drunkorexia”ymış...

Eskiden insanlar yiyip yiyip kusardı, bunlar bolca içip kusuyormuş öğrendiğime göre. Kimisi tüm gün hiçbir şey yemeyip sadece içki içiyor, gün içinde alması gereken tüm kalorileri bu şekilde alıyormuş. Özellikle Amerika’da üniversite öğrencileri arasında pek yaygınlaşmış son zamanlarda.

Valla beni de üniversitede bir erkek arkadaşım o zamanlar benden çok daha ince ve alımlı bir hatun için terketmişti ve ben de epey bir drunkorexia durumlarına girmiştim. Ama benimki daha çok İbrahim Tatlıses’in Sarhoş şarkısı eşliğinde “İçkiiii nedir bilmeeeezdiiiim... Şimdiiii bir ayyaaaaş olduuuum... Kederle ıııızdırapla hep... Arkaaaadaş olduuuuum...” diye çekilmez sesimle şarkı söyleyerek etrafımdaki arkadaşlara işkence etme olarak zuhur etmişti. Kilo vermem sözkonusu olmuştu ama bunun içtiklerimi çıkartmaktan değil, daha çok sinir bozukluğundan ağzıma lokma bile atmak istememekten kaynaklandığına adım gibi eminim. Zira moralim düzelip eski sevgiliyi unuttuğumda iştahım yerine gelmiş, bir görenin bir daha bakıp “maşşallah!” (evet, iki “ş”li) çektiği eski “ihtişamlı endamıma” kavuştuğumu pek net hatırlıyorum.

Benim bildiğim içki oldukça kalorili ve hatta diyet programlarında bile yasak. Ama demek ki içip çıkartmak en iyisi. Eee, insanoğlu açgözlü. Romalılar döneminden beri varolan bu yiyip yiyip kusma olayı sona ermek şöyle dursun, hâlâ son derece revaçta olduğuna, hatta geliştirilip çeşitli versiyonları sunulduğuna göre insanın gözünü doyurma hususunda bir arpa boyu ilerleyemediği ispat edilmiş oluyor sanırım. Her şeye sahip olmak isteyen açgözlü insanoğlu nasıl mutlu olur ki? Hayır, işin kötüsü bu kadar çok opsiyonun sunulduğu bir dünyada, insanın elindekiyle mutlu olabilmesi için de sağlam bir irade gerekiyor.

Eeee, ne demişler: Komşunun tavuğu, komşuya kaz görünür! Şerefe!

2 Kasım 2010 Salı

Hahahaha ! Kadın Dergileri ve Onların Akıl Sır Ermez Testleri :o)

Ben oldum olası bu kadın dergilerinin testlerine çok gülmüşümdür; uzun bir süre daha gülmeye devam edeceğim sanırım zira karşıma çıkan dergilerde aynı tarzın devam etmekte olduğunu biraz üzülerek ama daha çok da gülerek takip etmeye başladım. Benimle aynı jenerasyondan olanlarınız daha iyi hatırlar herhalde; eskiden bu dergilerden çok fazla bulunmazdı ve biz de kırk yılda bir harçlığımızı biriktirip bir tanesine nasiplenebildiğimizde, bunların içini dışını, noktasını virgülünü okur, yalayıp yutardık köşe bucaklarını. Fotolar, yazılar da boşa gitmezdi zaten. İncik cincik okunmak bir kenara, ayrıca en yakışıklı ve en güzel şarkıcı ya da “artiz”lerin fotoları kesilir, bu fotolar bizim moron gençliğimizin en önemli hobilerinden olan Anket Defterlerimizi süsler, o zamanların dergilerinden esinlenerek hazırladığımız, içine onlarca soru doldurduğumuz defterler sayesinde kim kimi seviyormuş onu öğrenir, çaktırmadan en hoşlandığımız adama verip hakkında daha fazla bilgi edinmeye çalıştığımız bilgi kaynaklarını oluşturmamıza yarardı. Bizler, gençliğimizden bu yana, en azından bir arpa boyu kadar bile olsa yol gitmişizdir herhalde. Ama sanırsam kadın dergilerinden hâlâ yerinde sayanlar var. Olsun, ne güzel işte bize de eğlencelik olur bunlar. Hadi gelin birlikte bakalım : Marie Claire Kasım sayısı, “Kadınlığınızı nasıl ifade ediyorsunuz?” PSİKOLOJİ TESTİ -valla psikoloji testi yazmışlar; ben bilmem :o) –

SORULAR :

1) Bir saat kadar boş zamanınız var, nasıl değerlendirirsiniz?

A*Güzellik oyunları oynarım B*Spor salonuna koşar terlerim C*Parkta oturup hayal kurarım D*Internette araştırma yaparım. Japonya’da göğüsleri büyüten ve kalçaları incelten içecek olduğunu öğrendim.

Şimdi güzelim, sen iyi hoş bu soruları yazmışsın da, bizim İstanbul’da çalıştığımızı bilmiyon mu acep? Bir kere güzellik oyunları oynamak ne demek yaw? Onu hiç anlamadım zaten. Sonraaa, spor salonuna nasıl gidiyon bir saat boşlukta; bütün gün ayakların g*tüne vurmuş koştururken, yok spor yapacakmış da terleyecekmiş de. Anan ağlamış zaten topuklularla bi o yana bi bu yana koşturmaktan. Ayrıca hadi diyelim spor yaptın. İşyerine dönünce yine prezentabl gözükçem diye duş alcan, saçını yapçan, üstüne başına çeki düzen verip prezentabl gözükçen diye bi ton uğraşçan... E, onlar zaten en az bir saat sürer be! Ama yok, ıslak kafayla toplantıya girip şuh bir görüntü sergileyerek hazırlandığım yeni projem için yöneticilerimden daha kolay destek alırım diye düşüneniniz varsa o ayrı; çabasını takdir ederim. Ama merak ediyorum, sen parkı nerden buldun bu kadar plazanın arasında da bir güzel gittin, oturdun, hayal kurdun, işe döndün; sorarım sana? Ben internette popo küçültme araştırması şıkkını seçiyorum!!
2) Öğle yemeği mönünüz...

A*Dün pazara gittim, bol bol alışveriş yaptım. Kendime satın aldıklarımla çok güzel bir salata hazırladım. B*Hafif olacağı kesin. Kilom değişmedi ama kendimi şişkin hissediyorum. C*Arkadaşlarımla İtalyan restoranına gideceğiz. Tiramisuya bayılıyorum! D*Her gün olduğu gibi bir parça protein, bir parça sebze, bir parça nişastalı besinden oluşan yemeğimi yiyeceğim.

“Ne yani? Seçenekler bunlar mı?” dediğinizi duyar gibiyim! Yaa, bu testler kim için hazırlanıyor cidden merak ediyorum! Şimdi ben, bu dergiyi alan, İstanbul hengamesinde işe gidip gelmeye çalışan, fazla mesai yapan, gün içinde totosunu bile kaşıyacak vakit bulamayan bir hatun... Hft.sonu kendine ayıracak epitopu birkaç saati olan ben, pazara mı gidicem?? Meyve sebze reyonlu devasa marketlere n’olmuş ki?? Hem de son derece sağlıklı şeyler alıp bir güzel kendime salata hazırlayacak; onu işyerinde öğle yemeği olarak tüketilmek üzere, ofise getiricem! Tabii bu arada getirdiğim son derece sağlıklı (sanırım organik pazara gidiyorum) salatayı da yine en az salata kadar sağlıklı x-ray cihazından geçirip sokuyorum ofise; ona da dikkatlerinizi çekmek isterim! Ya da diğer bir seçeneğe göre İtalyan restoranına gidecekmişim de, hafif bir öğle yemeği yiyecekmişim de... Her yer İtalyan restoranı dolu ya İstanbul’da!!! Hepimizin ofislerinin yanında hemen bir tane bulmak mümkün çünkü! Eh, ben de oraya gidiveriyim bari... Valla benim gidip gidebileceğim restoran olsa olsa ya pideci, sandviçci, ya da en fazla köfteci, dönerci olabilir. Burası Türkiye ciciş! İtalya diil !

3) Haftanın fiziksel aktivitesi... A*Pazartesi cardio egzersiz, Salı yer hareketleri, Çarşamba aqua-palming, Perşembe pilates, Cuma karın egzersizleri.Hft.sonu da futbol tabii. B*Karın kaslarını biçimlendirmek için göbek dansı, sıkılık için rumba. C*Dışarıda tai-chi, içeride feldenkrais. D*Geçen ay vücut biçimlendirme yaptım ama bıraktım. Şimdi göbek dansına veya bisiklete başlayacağım.

Bu mudur yani? Neyim ben? Olimpiyatlara hazırlanan bir atlet mi? Ne gerek var bunlara? Anam ağlamış bütün gün zaten. Hiç işim yok her güne farklı spor yapıcam bir de. Hft.sonu futbol olayına hiç girmiyorum bile! Boş gezenin boş kalfalarına söölicen sen onları bi zahmet; bize diil. Hani var ya, “Spor bir yaşam biçimi; yapmayanları anlayamıyorum. Ben sporsuz yaşayamam” diyen boğazı sıkılası, yüzüne kezzap atılası 90-60-90 tipler. Onlar bizim gibi her gün 8-5 ya da 9-6 çalışan hatunlardan diil hayatım. Onu hatırlatmak isterim. Sen bu cevabı ancak onlardan alırsın. Hadi göbek dansı pek güzel; o iyi bir seçenek olmuş... Türküz yani, kıvırırız evelallah! Ama rumba nedir? Yok sıkılık için iyi gelirmiş de bilmemneymiş. Hiç soruyor musun, hayatı düğünlerde, en fazla damat halayı çekip mastika yaparak geçmiş bir hatun bu danslardan anlar mı; kıvırabilir mi diye? Hem, tai-chi ve feldenkrais nedir leyn? Yemin billah ilk kez duyuyorum. Türkçe olmamasını da geçtim; bu dergi acaba Türkiye dağıtımı için tam tercüme edilememiş mi? Ya da ben Amerikancasını mı aldım da haberim yok??

Önemli Not: Valla benim, “Kadınlığımı Nasıl İfade Ettiğimi” anlamaya nasıl yardımcı olacağını bile anlayamadığım bu “Psikoloji Testi”nde toplam onaltı soru vardı ve ben sadece üç tanesini yazabildim buraya; varın gerisini siz düşünün :o) Ben bunu yapmaya devam edicem ;o)

1 Kasım 2010 Pazartesi

Bir Çıkış Yolu Olmalı...

Bu 3,5 gün bana harika geldi; iyice dinlendim... Hatta saatlerin bir saat erkene alınması da iyi bir kıyak oldu; tatil bir saat daha uzun sürdü :o) Kâr kârdır bence!
Hava gerçekten çok güzeldi; yarını hemen hemen hiç düşünmeden gezdim dışarıda, açık havada... Güneşin altında... Size evden çıkmadan önce yazdığımı kendim de uygulayarak...

Ama işte ne bileyim... Gece olduğundan mıdır, bilgisayarın başına geçtiğimden midir nedir... Modum değişiverdi hemen ve yine girdim Pazartesi sendromuna... Yarın düzineyle iş, ben ofisten içeri adımımı atar atmaz üstüme atlamak için daha ana bina girişinde beni bekliyor olacak, bunu biliyorum. Bir sürü insan yine patronu görmeye gelecek, telefonlara sarılıp beni arayacak, işlerini halletmeye çalışacak... Kimisi, sırf patrona daha yakın olabilmek, diğerlerinin belki de bir adım önüne geçip patrona hemen her istediğinde ulaşabilmek için beni arayıp “güya” hatrımı soracak, kimisi muhabbetimden çok hoşnutmuş gibi beni kahve içmeye çağıracak, kimisi de yanıma gelip gereksiz iltifatlarda bulunup hatta belki işi bir tık daha ileri götürüp benimle flört edecek... Hepsini biliyorum, tanıyorum... Bunların hiçbiri benim için yeni değil. Ne kötü di mi? Alışmışım hatta ben bunlara...

Yine yeni yeniden bir sürü telaş, problem beni bekliyor olacak yarın; biliyorum.

Ama gerçekten kararlıyım artık. Kendime bile itiraf etmek istemesem de, bazı günler ayaklarımın geri geri gittiğini hissediyorum ofise giderken. Bunu değiştirmeliyim bir şekilde. Nasıl, onu henüz bilmiyorum ama, bunu ben yapmazsam, kimse benim için yapmayacak; en azından onun farkındayım. Kendi çıkış yolumu bir şekilde yine kendim bulmalıyım. Bulucam mutlaka...

Hepinize iyi geceler ve şimdiden iyi haftalar!