Madem ki bir blog oluşturdum ve beni kovalamaya değer bulan aziz ve muhterem okuyucularımla (bir gün benim blogumu da takip eden olacak mı gerçekten merak ediyorum) başımdan, aklımdan, önümden, arkamdan geçenleri paylaşıyor olacağım, o zaman sizlere biraz kendimi tanıtmakta fayda var diye düşünüyorum.
Her şeyden önce huzurlu ve kendiyle barışık olmaya çalışan bir hatun olduğumu söyleyebilirim. Kendimle barışık olmaya çalışırken çok çabaladığımın altını çizmem gerekir. Zira benim bile kendimle barışık kalabilmem zor oluyor bazen. Evde kalmış, ayakları üzerinde durmaya çalışan, belirli bir yaşa (32!) gelmiş her hatunun yaşadığı sıradan manyaklıklar benimkiler de ama, ben en azından bunların manyaklık olduğunun farkındayım. Eh, bu da bir adımdır. Çalışıyor olduğum için mi evde kaldım, yoksa evde kaldığım için mi kıçımı yırtarcasına çalışıyorum bilemiyorum doğrusu. Çünkü yeni yeni farkediyorum ki bu olay, yani kendini işe adamışlıktan dolayı sosyal hayatı sıfırlama, ya da sosyal hayatı sıfırlanmış bir insan olmaktan dolayı eşekler gibi çalışma, belirli bir süre sonra bir kısır döngü haline geliyor. Hayır, getirileri olsa gerçekten hiçbir problemim olmaz ama, ilk fırsatta ağzınıza etmek için her türlü fırsatı kollayan bir insan sürüsü ile tüm gün ofiste zaman geçirmek hiç kolay değil. Bunu hepiniz en az benim kadar biliyorsunuzdur. Ama tabii bunu yapmak için fırsat kollayn kişi, 7/24 tepenizdeki patronunuzsa, işiniz çok daha zordur.
Benim olayım asistanlık: Üst Düzey Yönetici Asistanlığı. Ama hani öööle sekreterlikten terfi etmeye çalışmak değil benimkisi. Düpedüz bir CEO'nun sağ kolu olmaktan bahsediyorum burada. Bilmeyenler için -ki bunu ayırdedebilen çok zor- biraz daha açıklamam gerekirse, ben şirkette sadece telefonlara bakan, olup bitenlerden bihaber, tek bildiği makyaj yapıp süslenmek, her fırsatta dedikodu yapmak olan ve günü, internette sörf yaparak bitiren "sekreter"lerden değilim. Lütfen bu yazdığımı okuduğunda bozulan, alınan olmasın. Herkesin bildiği üzere her işi hakkını vererek yapan da var, vermeden yapan da. Bugün aldığım bir tişörtün üstünde yazdığı gibi "Don't Work, Make Noise" sözünü benimseyerek çalışanlar da azımsanmayacak derecede çok bu ülkede bence.
Üst Düzey Yönetici Asistanlığı, eğer patronunuz sizi yeteri kadar doğru ve etkin kullanabilmeye çalışıyormuş gibi yapıp her şeyi size yaptırmaya başladığında, büyük bir mesele halini alabiliyor sizin için. Zira, kafanızı kaşıyacak zamanınız olmuyor. Öyle ki, başkasının işlerine öncelik verip, onun yapacaklarını aklınızda tutmaya çalışmaktan, kendi yapmanız gerekenleri ve aslında sizin için önem arzeden şeyleri unutur oluyorsunuz. Mesela: Geçen sene ablam beni arayıp "Bugün annemin doğumgünü" diye hatırlatma yaptığı halde (ki normalde bu hatırlatılması gereken bir şey bile olmamalı bence), benim annemi iki gün sonra aramama buna örnek olarak gösterilebilir sanırım. Asistanlık tam bir kölelik çünkü. Hiç kaçarınız yok. Bir kere, bundan onlarca yıl önce şirketin size sağladığı bir imkan olarak görüp çok seviniyorken, şimdilerde aslında köleleşmenizin oluşmasına katkıda bullunduğunu görebildiğimiz, faturalarını şirketimizin ödediği cep telefonlarımız var elimizde. Hatta daha da güzeli, son zamanların favorisi, köleleşmemizin olmazsa olmazlarından blekbörilerimiz. Onlar sayesinde artık sadece aramalara değil, mail kutumuza da günün 24 saati ulaşabilir durumdayız. Daha doğrusu bizler ulaşılabilir durumdayız. Mesela ben, blekbörimin kırmızı ışığının yanmadığı birkaç dakika için neler vermezdim !
Neyse, bu yaızyı sizlerle paylaşmamın sebebi "bir dokun bin ah işit" durumuna sokmak değil sizleri... Sanırım asıl amacım derdimi biraz olsun anlamk isteyebilecek kişilere azıcık olsa da yakınmak, ağlamak ve bu şekilde benimle aynı dertten muzdarip hatun kişilere (sarılmadan da olsa) içimi dökmek.
Benim menopoz patronuma gelince. Kendisi bir medya şirketinin, erkek arkadaşından yeni ayrılmış, dolayısıyla her zamankinden daha agresif, nereye saldıracağını bilemeyen, evde kalmış CEOsu. Her ne kadar kadın-erkek eşitliğinden bahsediliyor olsa da, erkek egemen bir iş hayatında eli maşalı bir hatun olmazsanız zaten bazı yerlere gelemezsiniz hepimizin bildiği gibi. O yüzden bazen zalim bile olabiliyor ne yalan sööliim. Hayatı işi, işi hayatı olan hatunlar kulübünden o da. Dolayısıyla benim de öyle olmamı bekliyor. Sanırım ben de, bunu itiraf etmek istemiyor olsam da öyleyim.
32 yaşındayım. 1.68 boyunda, 52 kilo, kumral, uzun dalgalı saçlı, aslında pek havalı olmayan ama olabilmek için kıyafet denilen kumaş parçalarına servet harcayabilen, sabah işe giderken Starbucks'dan kapuçino almayı, akşam Domino's'tan pizza sipariş etmeyi ihmal etmeyen, kitap okumayı ve film izlemeyi seven, bir gün Engin Altan Düzyatanla evlenmeyi düşleyen, ama gerçekte evde kalmış, turşusu kurulası, erkek ismi taşıyan, deyim yerindeyse erkek gibi de bir hatunum. Çok sevdiğim evkadını bir ablam, ondan da çok sevdiğim biri erkek biri kız dünyalar tatlısı iki yeğenim, annişim ve babişim var Allah uzun ömürler versin. Bir arabam var ismi Feriştah ! Arım balım babacım almıştı onu da zaten. Yoksa nerde bende araba alacak para ay sonunu zor getiren bir hatun olarak. Allah onu başımızdan eksik etmesin. Gölgesi yeter.
Ohooo, saat kaç olmuş yaa ! Bir de çok konuşan bir hatunum altını çizmem gerekirse. Zaten ne kalabalık ağızlı biri olduğum belli değil mi?
Hadi ben kucağımdaki laptopımı yatağın öbür tarafına koyup biraz gözlerimi kapatıcam. Zaten bir yarım saat sonra kalk borum ötücek. Daha çook işim var. Kalk, duş al, saçını başını yap, prezentabl görünecek bir kıyafet seç, vb. vb. vb. ...
İyi sabahlar !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder