Herkes kendince çok çalışır. Ben, mesai saati boyunca kılını kıpırdatmayan devlet memurlarının bile çok çalışmaktan yakındıklarına tanık oldum çalışma hayatım boyunca. Hiçkimse az çalıştığını kabul etmez nedense, edemez. Belki de o kadar objektif olması beklenemez, kim bilir... Performans değerlendirme zamanlarında herkes terfi bekler, ne kadar iyi çalıştığından dem vurur...
Ama bir de benim gibiler vardır; hani hayatı işyerinde geçen, canı çıkan –belki de kendi kendine canını çıkaran- . Bunu söylememin nedeni kendimi övmek değil asla; lütfen samimiyetime inanın. Aslında belirtmek istediğim bir tespit daha çok; kendime dair, benim gibilere dair...
Geçenlerde birkaç saniyeliğine etrafıma baktım onca koşuşturmanın sonunda. Gerçi bu koşuşturma çoğu insan için bitmiş, hemen herkes büyük ihtimalle çoktan evine varmıştı bile ama ben hâlâ ofisteydim hemen her gün olduğu gibi... Şöyle bir etrafıma bakındım ve orada bulunanların içinde, ‘benim gibilerin’ sayısının fazlalığı dikkatimi çekti hemen; ona değinmek istiyorum.
İş hayatında olan, yirmili yaşlarının sonunda, otuzlu, kırklı yıllarının içinde olan dişi bir çoğunluk. Bu çoğunluk ne hikmetse iyi üniversitelerden mezun olmuş, genelde en az bir yabancı dil bilen, iyi pozisyonlarda, iyi maaşla çalışan, oldukça sosyal ama ‘bekar’ insanlar. Belki siz bizi, kız kurusu ya da evde kalmış diye nitelemek istersiniz; paşa gönlünüz bilir bizim için farketmez çünkü bunu gerçekten umursamayız. Hayatımızda yaptığımız her şeyin en iyisini yapmaya çalıştığımızdan olsa gerek, yapacağımız evliliğin de okuduğumuz romanlardaki ve seyrettiğimiz filmlerdeki ‘mutlu son’lara benzemesini isteriz –aslında herkesin istediğinden fazla değil belki de – Sorun şudur ki, üniversite zamanlarında ve sonralarında gerçek prensimizi bulabilmek için birkaç kurbağa öpmüşlüğümüz ve aslında birazcık da üzülmüşlüğümüz vardır. Ve her ne kadar hayatımızın erkeğini arayışımızdan hiçbir zaman tam olarak vazgeçmesek de, biraz ‘ağırdan almaya’ başlamışızdır bir şekilde bu işleri. Ve bir sığınak buluvermişizdir tam karşımızda. İş hayatı!
Her zaman ayaklarımızın üstünde durmamız gerektiğini düşünüp öyle hareket ettiğimizden, büyük ihtimalle balıklama atladık çoğumuz iş hayatına. Çalıştık, çalıştık, çalıştık durup dinlenmeden, ağlanıp sızlanmadan... Tecrübesiz damgası yememek, verilen işleri en iyi şekilde yapıp teslim etmek, işlerin nasıl yürüdüğünü hemencecik kapıvermek için. Çokça çalışmayı huy edinirken bir yandan da örümcek kafalı, teknolojiden ve insan ilişkilerinden bihaber amirlerimize tahammül etmeyi, hatta zaman zaman onları görmezden gelmeyi öğrendik. Onlar, her ne kadar öyle gözükmemeye çalışsalar da her fırsatta ellerinden geleni ardlarına koymayarak yollarımıza taşlar döşeyip bize tuzaklar kurmuş olanlardı; yine de umursamadık. Bizden korkuyor olmalarına verdik yaptıkları aciz girişimleri. Tabir yerindeyse arkadan gümbür gümbür bir gençlik geliyordu; bizden korkmaları normaldi. Bıkıp usanmadan çalışmaya devam ettik. Sonra bir baktık, aslında sosyaliz, etrafımızda birçok arkadaşımız var ama, bizim onları gördüğümüz, onlarla vakit geçirdiğimiz yok. Çünkü hayatımız iş, işimiz de her şeyimiz olmuş. O kadar çok çalışıyor, yaşadığımız şehrin karmaşasında o kadar yoruluyoruz ki, arada bir kendimize zaman ayırabileceksek bile, o kısıtlı zaman diliminde de eski arkadaşlarımızı bile göremiyoruz bırakın yeni bir çevre yapmayı ya da erkek arkadaş edinmeyi. Tek yaptığımız sabahın bir körü yollara düşmek, çalışıp, yorulup gecenin bir körü eve geri dönmek. Arada bir film seyredip birkaç satır kitap okuyabilirsek ne mutlu bize.
Şimdi benim gibi ‘çalışan bekarlara’ sesleniyorum: Siz söyleyin bakalım; çok çalıştığımız için mi bekar kaldık, bekar kaldığımız için mi çok çalışmaya devam ediyoruz? Ben işin içinden çıkamadım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder